31 Ekim 2012 Çarşamba

"Ruhumuzu Satıyoruz Ama Sıradan Birine Değil"


Günümüz futbolunda seyirci giderek futbol takımlarının dışına itilip müşterileştirilirken bambaşka hikayeler içimizi ısıtıyor. Bilet parası, forma parası, kulüp dergileri, kulüp kredi kartları kısacası içinde kulübün isminin olduğu her şeyi satmaya yemin etmiş bir piyasa gözlerimizin önünde canavarlaşarak büyürken tüm bunlara parayı ödeyen taraftarlar ise kulüple ilgili tek kelime dahi edemiyorlar. Seçilecek kulüp başkanıyla ilgili sadece sağda solda muhabbet edebilen , bunları tribünde hiç konuşamayan yığınlar oluşturulmak isteniyor ve bu bir şekilde başarılı da oluyor.


Kulüpleri, onları bu günlere getiren emektar futbolcularından cefakar taraftarlarından kopararak “A.Ş” bataklığına sürükleyen şirket yönetim kurulu başkanlarıyla dolmuş durumda futbol dünyası. Yurt içinde daha çok çarpık şekilde ilerleyen bu sistem Avrupa’da da sistematik şekilde kulüp satın almalarla ilerliyor. Arap şeyhlerine satılan takımlardan tutun da futboldan anlamayan sadece kâr getirdiği için satın alan patronlar dönemini yaşıyor Avrupa! Çok yakında bu zengin spor aktivistleri (!)  çocuklarına doğum günlerinde alt liglerden takım alırlarsa hiç şaşırmam.

Hikayemiz Almanya’dan… Doğu Almanya kökenli Union Berlin taraftarları, takımın dışına itilmiş müşteri taraftardan daha fazlasını anlatıyor. 1966 yılında kurulan takımın temelleri 1906’ya yani daha eskiye dayansa da şu anki halini alışı 1966 olarak temel alınıyor. Kulübün mazisindeki en büyük başarısı 2001 yılında sürprizlerle dolu bir Almanya Kupası’nda 2.lig takımı olarak finale yükselmesi ve finalde kaybetse de rakibi Schalke 04’ün Şampiyonlar Ligi’ne katılmasıyla UEFA kupasını katılması ve orada 2. tura yükselmesi oldu.

Kulübü diğerlerinden ayıran en belirgin özelliği taraftarları daha doğrusu taraftarlarının kulüple kolektif yaşantısı diyebiliriz. Yıllarca 3.ligde mücadele eden Union Berlin 2.lige çıktığında hali hazırdaki stadı pek de “cilalı” futbol kriterleri dönemine yakışmıyordu. Union Berlin’in stadı “An der Alten Försterei” etrafını hatta içini saran yaban otlarıyla 3.Lig statlarının bile gerisinde görüntü sergiliyordu. Stadın biran önce tepeden tırnağa elden geçirilmesi, koltukların takılması, ayakta maç izlenen tribünün adamakıllı onarılması, tribünlerin üstünün kapatılması, alttan ısıtma tesisatının kurulması, soyunma odalarının yenilenmesi, elektronik tabela asılması, otopark yapılması gerekiyordu. Ama bir problem vardı kulübün bunlara ayıracak parası yoktu. Ve bu kriterler sağlanmazsa Union Berlin’in 2. Lige kabul edilmesi, devam etmesi biraz zor gözüküyordu.

Bu maddi krizde “iş başa düştü” dercesine Union Berlin taraftarı hep birlikte el ele vererek kafalarına inşaatçı baretlerini geçirerek stadyum yapımına koyuldular. Yaklaşık bir yıl kar kış demeden sıcak demeden çalışan taraftarlar sonunda bir stat yapmışlardı ve takımlarına bir stat kazandırmışlardı. Şimdi o “cilalı” futbol düzeninin “kriterlerine” uygun bir stat kazandırdılar takımlarına ve bunun onurunu yaşıyorlar. O stadın her yerinde alın terleri ve takımlarına duydukları sevgi var ve bundan oldukça da mutlular.

Union Berlinli taraftarların takımlarını sahiplenişleri ve onunla bir bütün olması değil yönetimde söz sahibi olmak; hem söz sahibi hem fiil sahibi haline getiriyor onları. Şimdi bir farklı haberle önümüze geldiler. Union Berlinliler stat yaptıktan sonra daha büyük işlere kalkışacaklarının sinyalini vermişti zaten. Yine bir stat projesi var. Taraftarın kendi elleriyle yaptığı stadı genişletmek yenilemek adına yönetim %58’ini satmaya karar verdi. Bu sıradan diğer kulüplerin statlarının başına alacağı sponsor isimlerine benzese de yönetim öyle bir kampanya başlattı ki yine bir “imece” niteliğindeydi bu kampanya. Kampanyanın sloganı “Ruhumuzu satıyoruz ama sıradan birine değil!” Buna göre kulüp taraftar ve üyeleri belli bir miktar para vererek stadyumun parçalarından satın alabilecek. İşin içinde para olması “burun kıvrılacak”  cinsten olsa da Union Berlinliler gayet memnun bundan.

Kulüp Başkanı Zingler “ Statlar onu en çok hak edenin olmalı. Çünkü statlar iş adamları ya da yatırımcılar için değil taraftarlar için bir anlam ifade ediyor” diye durumu kısaca özet geçiyor. Taraftarlardan Four-Four-Two dergisinin görüştüğü Stein ise “geçmişte bu kulübe her şeyimizi vereceğimizi gösterdik” derken bu iş için verecek parası olmasa da projeyi desteklediğini söylüyor.

Proje tam anlamıyla ne kadar destek bulacak bilinmez ama taraftarlar bu karardan ve satıştan oldukça memnun, dedikleri gibi bir “satış” var ama sıradan birine (patronlara, yatırımcılara, para balarına) değil. “Satış” kulübün gerçek sahiplerine yapılıyor.

Union Berlinliler oldukça farklı bir taraftar profili sergilerken, bir takımı yaşamanın nasıl bir şey olduğunu gösteriyorlar ele güne…Bunu kanıtlayacak bir örnek daha vermek gerekirse şu hikayeye bir göz atalım. Noel gecesini insanlar kilisede geçirirken Union Berlinliler nerede geçiriyor dersiniz? Evet, kendi elleriyle yaptıkları ve kendilerinin satın almaya çalıştıkları statlarında! Ve slogan net, basit: Kiliseler boş, stadyum dolu! 11 yıldır  Union Berlinliler Noel’i kilisede değil statta geçirmeyi seçiyorlar ve Noel gecesi statlarını dolduruyorlar.

Herkes bir Union Berlin taraftarı kadar olamayabilir ama en azından olmayı deneyebilir, hiç yapamıyorsa takımındaki kötü gidişe takımının yönetimine muhalefet edebilir. Yasaksız, sansürsüz tüm taraftarlar kendi takımlarına sahip çıkmayı deneyebilir. Belki o zaman herkes bir maçı izlemeye ailecek gidip, biber gazı yemeden,  kavgasız, küfürsüz bir tribün ve stat ortamı kurulabilir. Yoksa bu gidişle sponsorlu statlarda devlet sponsorlu gaz biberi yemeye cop yemeye devam edeceğiz gibi gözüküyor.







(muhalefet.org sitesinde yayınlanan 13 Şubat 2012 tarihli yazım)

27 Ekim 2012 Cumartesi

Futbol Adamları | Kitap




 Futbol Asla Sadece Futbol Değildir kitabının yazarı Simon Kuper’in yeni kitabı Futbol Adamları çıktı. Futbol Adamları Oyuncular-Menajerler-Diğer Futbol Adamları olmak üzere üç bölüme ayrılmış. İthaki Yayınlarından çıkan bu kitapta bir çok isime yer veren Kuper onların hayatlarına objektiften ziyade sübjektif yorumlar katarak yazısını tatlandırıyor. Tamamen objektif portreler yerine kendinden bir şeyler kattığı hikayelerde çok daha farklı unsurları gözlemleyebiliyorsunuz.

Futbol oyunu, konuşanı çok okuyanı az bir alan olarak göze çarpıyor Türkiye’de.  Klasik deyimle 90 dakikalık maç için günlerce konuşan güruh 2 dakikasını ayırıp o maçın analizini bile sağlam elden okumaz ya da istatistik hayatına hiç girmemiştir bile.

Oyunu “farklı” yönden okuyan Simon Kuper de baktığı yönden yazmaya devam ediyor haliyle. Türkiye’de Futbol Asla Sadece Futbol Değildir kitabıyla tanınan yazar Financial Times gazetesinde haftalık yazılar yazıyor. Oyunu okuyan daha doğrusu “farklı” okuyan herkes için “kutsal” kabul edilen bu kitaplar sınırlı sayıda kişiye hitap edecek seviyede kalıyor maalesef. 

Kitabı okurken isim olarak tanıdığınız ama kişilikleri ile ilgili en ufak bir bilginiz olmayan oyuncuların hayatları ile ilgili bilgi sahibi oluyorsunuz. Çünkü Kuper’in kültür birikimi bunu karşılayacak yeterlilikte. Sosyoloji,sinema, popüler kültür ögeleri,medya düzeni yazılarına iliştirdiği alanların başında geliyor.

Hala antrenmanlara metro ile gelip giden Xavi’yi,  tüm kariyerini Milan’da geçiren Maldini’ye karşı nefret duyamayan İnterlileri, İngiltere’de sürgünde olan Fabregas’ı(kitabın yazıldığı dönemde), Cantona efsanesini ve Messi ile ilgili Arjantin’de anlatılan Pİbe’nin Rüyası gibi bir çok hikayeyi  bu kitapta bulacaksınız.

Kitapta yolu Türkiye’den geçen isimlere de rastlamak mümkün. Bir dönem Çaykur Rizespor’da forma giyen Pele’nin veliahtı diye lanse edilen Freddy Adu’yu Nicolas Anelka’yı Frank Ribery’yii Dirk Kuyt’ı,  Guus Hiddink’i de farklı bir gözle göreceksiniz. Örneğin Ribery’nin Galatasaray’a gelişi ile ilgili Kuper şöyle diyor: …Şüpheli kulüplerden hoşlanan şüpheci menajerleri vardı. Türkiye’de Galatasaray’la kısa bir süre geçirdikten sonra Marsilya’ya katıldı…

Fenerbahçe’nin yeni transferi Kuyt ile ilgili bir bölüme de yer veren Kuper onunla ilgili onun ağızından  şu cümlelere yer veriyor : Katwijk’te ( doğduğu yer) bazı şeyler olduğu gibi kabul edilir. FC Utrecht’e geldiğimde bazı heriflerin sevgilileriyle birlikte yaşadığını çocuk sahibi olduğunu ancak bundan sonra evlenmeyi düşündüklerini gördüm…

Kahramanlıkların ya da sporcuları baştan sona yeren yazıların yanında “çölde vaha” gibi gelen bu bir nevi portreler kitabında  ufak tefek çeviriden kaynaklandığını düşündüğüm terimsel hatalar olsa da(santrhaf gibi kullanımı yaygın olmayan bazı kelimeler gibi)  kitap okunmayı fazlasıyla hak ediyor.

2010-2011 yılı verilerine göre 460000 lisanslı futbolcu ve yaklaşık amatör ve profesyonel 15000’e yakında antrenörün olduğu Türkiye’de bu  kitabı bırakın futbolu seven taraftarların alması ilk elden alakalı kişiler olarak onların alması bile yüksek satış adedi getiriyorken futbolu  okumayı değil konuşmayı seven toplumumuzun bu kitaba göstereceği “alaka” benim açımdan büyük merak konusu…



26 Ekim 2012 Cuma

Rumlar Bunu Hep Yapıyor

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor, şimdiye kadar hem rakip takım oyuncuları hem de taraftarlar bakımından büyük bir karşılama gördük.Teşekkür etmek bizim boynumuzun borcu. Beklenenden çok daha kolay ve rahat bir zaman geçirdik... - Aykut Kocaman

Hafta başından itibaren Rumlar Bunu Hep Yapıyor diyerek kışkırtıcı videolar haberler dolaştıran medya kuruluşlarına , takımları ve kendileri "beklenilenin" aksine hoş karşılanan golü atınca "koyduk mu" diye tezahüratlar yapan "dağ başını duman almış" diye başlayan 10.yıl marşı ile maçı bitiren kendi şoven milliyetçi taraftarına Aykut Kocaman'dan ithafen...

25 Ekim 2012 Perşembe

Petit Başkan Fransa Şampiyon!

Fransa 98 benim çocukluk zamanıma denk gelir. Evet, o kadar küçüğüm yani... O turnuvada unutamadığım iki maçtan biri Suker ve Zenden'in karşılıklı harika goller attığı 3.lük maçı ile Fransa efsanesinin başlangıcını tescil eden final maçıydı. O turnuvadan Hırvatistan ve Zenden hayranı olarak ayrılırken final maçında herkes Zidane ismiyle çıkarken ben kafaya Petit'yi takmıştım. Finalde son dakikalarda topu Taffarel'in yanından ağlara gönderirken 3-0 biten maçın son golünü de o atıyordu.

O dönem Arsenal'de forma giyen Petit bir kaç yıl sonra Katalanların Barcelona'sına katılmıştı. Aslında zirve gibi gözükse de o dönem Barca'nın bulunduğu durum göz önüne alınınca ne takım ne de bireysel olarak Petit pek bir varlık gösteremedi. Bir yıl sürdürebildiği Barca macerası tarihe "tutmayan transfer" olarak geçse de sanırım bu transferdeki sorun "tutmayan takımdı". Sonra yolu yine Ada'ya düştü ve bu kez Londra'nın mavilileri için ter dökmeye başladı. Chelsea o dönem şimdikinin paralı abisi değildi Londra'nın ama az çok hatırı sayılır bir ağırlığı vardı yine de... Ki o geldikten bir sene sonra Abramoviç de kulübe teşrif etmişti. Geçiş aşamasındaki aksayan takımda yine o vardı. 2 yıl daha oynadıktan sonra futbolu Ada'da bıraktı.

O finalden sonra kariyerinin üstüne koyar derken finalin etrafında döndü durdu ne bir adım geri ne bir adım ileri atabildi ve yeşil sahalara veda etti.

Petit'yi anmamın nedeni bir kaç gün önce yaptığı açıklamalar. Petit 2016 Fransa Futbol Federasyonu seçimlerinde aday olacağını belirtti.  Futbola artık siyasi yönden faydalı olmak istediğini söyleyen Petit; uluslararası oyunculara harcanan ekstra ücretlere düzenleme getireceğini amatör futbola yöneleceğini ve kadınlar futbolunu geliştireceğini vaat ederken "politikacıların futbola ve spora karşı küçümseyici tavırları var.Fransa'da milyonlarca sporcu var ama bunların hiç biri başkanlık seçimlerinde ortalarda gözükmüyorlar." diyerek nasıl bir yönetim anlayışı içinde olacağının da ip uçlarını verdi.

Belki "bi Cantona değil" ama başka bir hikayenin başlangıcı olabilir. Belki de 98 finalinin üstüne koyabileceği gün federasyon başkanı olacağı gündür, belki de kendi dönemindeki Fransa'ya onun başkanlığında dönülecektir...Kısacası Petit gibi futbolculara ihtiyaç var Platini gibi yöneticilerden ise Petit gibi güzel vaatli Fransız yöneticiler baş tacıdır nazarımda...

23 Ekim 2012 Salı

Spor Değil Savaş Basını

Blogu az çok takip edenler medyadaki nizamsız ve sırf provokasyon amacı güden haberlere takık olduğumu da fark etmişlerdir. Yine öyle haberler dolaşıma sokulmaya başlandı. Sebebi ise AEL maçına gidecek olan Fenerbahçe'yi siyasi bir cehennemin beklediğini göstermek. Bu haber yapılırken geçmişten de örnekler sunuluyor fazlaca abartılarak ve tek taraflı olarak.

Varan 1 olarak sunulan APOEL-Pınar Karşıyaka basketbol maçında yaşanan olaylardan bahsediliyor. Doğrudur, Karşıyakalı oyunculara fiili ve psikolojik saldırı sahada bulundukları her an hiç eksik olmamıştır ve açık bir şiddet eylemidir bu. Ama bunu kim yapmıştır? Faşist ırkçı tutumu açıkça bilinen yıllardır sağ hükümetlerin parmağında olan ve maçlarında "ayağa kalkmayan Türk olsun" diye tezahürat yapılan bir takım olan APOEL taraftarları yapmıştır.


Varan 2 olarak sunulan Apollon Limassol-Galatasaray Kadın Voleybol takımının yaşadığı zor anlara değiniliyor. Apollon maçı da aynı şekilde ırkçılık üzerine kurulu bir takım kimliği var ve tribün grupları da aynı bu minvalde şekilleniyor. Maç boyunca saha kenarlarına yerleştirilmiş dev Yunan bayrakları ve Türk düşmanlığı ile geçen maçta olay çıkması sadece küçük bir ayrıntıdır.

Rumlar Bunu Hep Yapıyor başlığını attıkları habere nedense Galatasaray Kadın Voleybol Takımının AEK ile İstanbul'da oynanan maçta yakılan Yunan bayrağını, AEKlilere sebepsiz yere marşlar söylerken sıkılan biber gazlarını -ki o maçta Galatasaraylılar da çok maruz kalmıştı o gaza- hiç gazetelerinde yer vermiyorlar.

PAOK'un İstanbul deplasmanını da olduğu gibi değil milliyetçilik penceresinden görmeye çalışan basın Kadıköy sokaklarında ki çatışmaları PAOKlular etrafa saldırıyor şeklinde haber yaparken eminim Yunanistan'da ya da Kıbrıs'ta da bizimkilere benzer şekilde Türkler bunu hep yapıyor şeklinde gazetelerine taşımışlardır.

AEL maçının ve takımının bu diğer iki takımdan ve diğer tüm olaylardan bağımsız olmasının sebebi tam da onların aksi istikamette bir kimliğinin olmasından kaynaklanır. Kuralar çekilir çekilmez kulübün sol kimlikli taraftar grubu tavrını koyarak Fenerbahçe'yi güzel bir şekilde karşılayacaklarını ve savaş siyasetinin futbolda bir karşılık bulamayacağını belirtmişlerdi. Hakeza son bir kaç gündür kulüp yönetimi de barış mesajları yayınlıyor ardı ardına... Yönetim olarak da taraftar grubu olarak da savaşın karşısında tavır alabilen bir kulüp AEL bizimkilerin bildiği diğerlerine hiç benzemiyor. Kesin olay çıkmaz diye bir garanti var mı? Elbette yok, ultra milliyetçiler her yerde çünkü ama diğerlerine göre çok az bir ihtimalden bahsediyoruz.

Şu açık şekilde görülüyor ki bu maça siyaset bulaştırıp gerginliği tırmandıran ya da tırmandırmaya çalışan Türkiye basını...Umuyorum ki sahadan mağlup ayrılacak olan iki takımdan biri değil Türkiye basını olur. Haklısınız farkındayım Türkiye basını ve ne utanması diyorsunuz içinden...

21 Ekim 2012 Pazar

Bulgar Kanaryaları Mazisini Arıyor



Osmanlı tarihine 93 harbi olarak geçen 1887-1888 Osmanlı Rus savaşı kazananı ve kaybedeni olan bir savaştan çok daha fazla şey ifade ediyor tarihte. Savaşın sonunda Bulgaristan özerklik kazanmış Romanya ise bağımsızlığına kavuşmuştu peki ya başka?

Avrupa'nın hasta adamı her geçen gün kötüye gidiyor ve imparatorluk içinde de fokurdamalar başlıyordu. Kimi başarılı kimi başarısız bir çok isyan girişimine sahne olan yıllarda en çok sıkıntı çeken ise Balkan topraklarıydı. Yine Balkan uluslarından Bulgarlar da kötü yönetim ve sistemsiz devlet içerisinde isyanlara başvuruyorlar ve çoğunda da başarısız sonuçlar alıyorlardı. Ama bir isyan var ki aslında bu yazının sebebi de o isyan ve o isyanı başlatan kişi...

İsyanın baş rolündeki isim Hristo Botev...Botev 1848 yılında Filibe yakınlarında doğmuştur. Babası da yazar olan Botev çocukluğundan itibaren Rus edebiyatına ilgi duyarak büyür. Annesinin de katkısıyla halk edebiyatına ilgi duyar ve edebiyatla haşır neşir olduğu dönemler çocukluğuna kadar dayanır. Lise için Odessa'ya giden Botev orada Rus devrimcilerle tanışır ve onların fikirlerini benimsemeye başlar. 2 yıl sonra bursu kesintiye uğramaya başlayınca o da tekrar köyüne geri dönmek zorunda kalır. Daha sonra babası onu okutmak için yeniden Filibe dışına göndermek ister ama maddi durumları bu kez ancak Romanya'ya yeter.  Romanya'ya gittiğinde çalışmak zorunda kalan Botev orada sığınmacıların haklarıyla da ilgilenir ve bunları bir gazetede yayınlar. Daha sonra Bulgar Merkez Komitesine seçilen Botev Paris Komününe bağlılığını bildirir ve bunun sonucunda hapse düşer. hapisten çıktıktan sonra Bükreş'te Bağımsızlık ve Özgürlük isimli iki gazete çıkartır.

Bulgaristan'da ayaklanma hazırlığı olduğunu duyunca da Romanya'daki Bulgar sığınamcıları tek tek dolaşarak ayaklanmaya katılmaya davet eder. Edebiyat konusunda da boş durmayan Botev tanınan bir şair olmuştur. Edebiyat sayesinde hem iyi bir şair hem de kendi deyimiyle iyi bir devrimci olduğunu söyleyordu.

Yaklaşık 200 kişilik bir grup ile Tuna Nehri üzerinden Bulgaristan'a geçen Botev Bulgaristan Dağlarının eteklerinde Osmanlı güçleriyle karşılaşır arkadaşlarıyla. Büyük çatışmanın yaşandığı Bulgar Dağlarında Botev kimi kaynaklara göre 20 Mayıs kimine göre de 2 Haziran 1876 günü hayatını kaybeder. Bu çatışma sosyalist bir devrimci olan Botevîn edebiyatçı kimliği ile birleşince büyük yankı uyandırır Avrupa'da... Osmanlı karşıtı bir kamuoyu oluşur ve Ruslar bunu fırsat bilerek o meşhur 93 harbini başlatır.

Öte yandan Botev Bulgaristan tarihine geçmiş bir devrimcidir. Adına anıtlar dikilirken 1912 yılında Katolik Kolejinde okuyan bir grup öğrenci bir futbol kulübü kurar ve adını Botev Plovdiv olarak belirler. Sarı siyah renklere sahip kulüp kuruluş tüzüklerinde de adlarını Hristo Botev'den aldıklarını belirtirler. Kulübün lakabı da Kanaryalar olarak o dönemden söylenmeye başlar.

Kulüp şu anda tam bir dar boğazdan geçiyor.  Bir kaç yıl öncesinde ne oynayacak bir futbolcu ne de sahaya çıkacak bir takımları vardı. Hem de ligde en üst seviyede mücadele ederken oluyordu bunlar. Taraftarlar isyan ederken isyanın gösterdiği isim kulüp başkanı oluyordu.  Kulüp başkanı Hristolov kulübün parasını kendi hesabına aktarmasından tutun da kulübün adını kullanarak ticari prestij kazanmak ve ticari işlere girmeye kadar bir çok konuda taraftarın düşmanı olmuş konumdaydı. Kulübü kendi aralarında para toplayarak satın almak istemişler fakat Hristolov hiç oralı olmamıştı. Taraftarlar kulüp binasını basmış Hristolov'a ait ne varsa zarar verip onu bulamayınca maketini şehrin meydanındaki elektrik direğine asarak sinirlerini boşaltmaya çalışmışlardı.

Botev Plovdiv'in ateşli taraftar grubu Bultras bir deklarasyon yayınlayarak federasyona seslenip "bizi küme düşürün onursuzca ölmeyi beklemektense onurlu bir şekilde ölmeyi istiyoruz" demişlerdi. Çok geçmeden zaten federasyonda maddi gereklilikleri karşılayamadığı için Botev'i küme düşürüyordu.

Bu sezon yine düştüğü ıssız kuytu köşelerden tekrar üst lige çıkan Plovdiv yenilenerek geldi. Önce Hristolov belasından kurtuldular ona göre daha makul ve kulüp yanlısı olduklarını düşündükleri Yuli Popov kulüp başkanlığına geldi. 9 haftası oynanan Bulgar Liginde 6 galibiyet 1 beraberlik 2 mağlubiyetle liderin 6 puan gerisindeler. Ligde 2 şampiyonluğu bulunan takım bu sezonda belki o başarıyı tekrarlayamayacak ama bu sezon en azından Bultras'ı Hristolov dönemine göre daha az üzecekler.

Hristo Botev'e dönecek olursak şüphesiz ki halkın gönlünde büyük yer edinmiş ve efsaneler arasında yerini almış bir isim o. Şu anda kulüp ona yakışan efsanevi günlerden çok uzak ama Bultras ve en önemlisi de Botev ismi o günleri yeniden yaşamayı hak ediyor. Devrimci şair Botev'in sözleriyle bitirelim öyleyse...

Haydi hızlı adımlarla hep birlikte mücadeleye
Zirvelere doğru kutsanmış düğümleri çözmeye koşun
Ve haykıralım "ya ekmek ya kurşun!"

19 Ekim 2012 Cuma

Irkçılığa "Büyük" Ceza!

Geçtiğimiz ay UEFA Avrupa Liginde Lazio evinde Tottenham'ı ağırlarken sahada Defoe'nun tribünlere yakın bölgelere  yaklaştığı an Laziolu ırkçıların çıkardığı maymun sesleri kulakları tırmalamıştı. Villas Boas maç sonu toplantısında UEFA'nın bu konuyla ilgileneceğini umduğunu söyleyip hep beraber ırkçılığa karşı savaşmalıyız demişti. Defoe'ya maçın her anında bıkmadan usanmadan tekrarlanan bu hareket cezasız kalmadı (!).

UEFA İtalyan kulübüne 32500 pound ceza verdi. Bu cezanın Lazio'ya ne kadar dokunduğu o hareketi yapan 3000 kadar zavallının bir daha böyle bir şey yapıp yapmayacağına ne kadar engel olur sorusunun cevabını sizlere bırakayım...

Komik para cezaları yerine güçlü yaptırımlar olmadığı sürece kim vazgeçer ki yaptığı pislikten? Puan silmeden, tribünlerden ırkçıları temizlemeden 32500 pound ne kadar komik duruyor?

Eto'o yıllar önce sahayı bırakıp gitmeye çalışmıştı, ya böyle bir sivil itaatsizlik ya da insani bir müdahale gerekiyor bu konuda! Sivil itaatsizlik de siyah oyuncularla sınırlı kalmadan takım arkadaşları rakip arkadaşları toplu halde o maçı oynamamak adına tehdit edebilirler şoven tribün sistemini ya da hakem denen "otorite" müdahale edebilir maçı durdurmak ya da devamında tatil etmek gibi...

Ama sanırım bu derdi değil hiç birinin... "Respect" ile "Say no to Racism" demekle olmuyor elle tutulur bir şey olmadıktan sonra, olaylar poundlarla geçiştirildikten sonra istediğin sloganı uydur "Yetmez Ama Evet" sloganından daha değerli değil gözümde...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Irkçılık Her Yerde, Türkiye Hariç

21 yaş altı dünya şampiyonası geçtiğimiz gece büyük bir skandalla gündeme geldi. Hüseyin Göçek'in yönettiği maçta karşılaşan Sırbistan ve İngiltere 1-0'lık İngiltere galibiyetinin rövanşında Sırbistan'da karşılaştılar.

Maçın geneli gergin bir atmosferde oynanırken Sırp taraftarlar kimi zaman meşalelerle kimi zaman hakeme ve İngiliz oyunculara baskı oluşturmak adına "yersiz gürültülerle"  maça müdahil olmak istediler. Maçın son anlarında İngilizler golü buldu ve ne olduysa işte ondan sonra oldu. Sırp taraftarlar hep bir ağızdan maymun sesleri çıkarmaya başlayıp ırkçı hakaretlerde bulunmaya başladılar. Tüm stat uzun süre bu sesle yankılanırken maçın bitiminin ardından da Sırp yedek kulübesi olduğu gibi sahaya girdi.

Tepkilerin odağında Tottenhamlı siyahi oyuncu Rose vardı. Rose bu tepkilere ve futbolculara sinirlenip karşılık vermeye kalktığı ilk anda Göçek'ten maçın bitmiş olmasına reğmen ikinci sarı kartı görerek kırmızı kart gördü. Güçlükle sakinleştirilen Rose arkadaşlarının sakinleştirme çabaları arasında güçlükle soyunma odasına girdi.

İngilizler bu işin peşine bırakacağa benzemiyor. Sırbistan'ı UEFA ve FİFA'ya şikayet ederek turnuvalardan men edilmesini isteyen İngilizler kırmızı kart gösteren Göçek'i de es geçmiyorlar eleştirilerinde...

Görüldüğü üzere ırkçılık her yerde...Türkiye'de yok diyecek Pollyannagillerden insanlar da olabilir. Olabilir çünkü onlar , Balili'ye İsrailli olduğu için edilen küfürleri hatırlamıyorlardır, rakip takımın Malatyaspor'a Ermeni Malatya tezahuratını hiç duymamışlardır, bir futbolcunun siyahi bir oyuncuya ırkçı küfrü ile ilgili "evet maç heyecanı içinde ağzımdan öyle bir şey çıktı ama aramızda hallettik" dediğini gazetelerde görmemişlerdir, bir kulüp kanalında siyahi bir oyuncu için "National Geographic'i aç izle bunlardan çok var" dediğine canlı yayınlanan bir program dahi olsa denk gelmemişlerdir ya da kendini yere atan oyuncuya sinirlenip maymun taklidi yapan 18-19 yaşındaki çocukların kameralara yansıyan görüntüleri bir yerlerde gözlerine ilişmemiştir...

O yüzden İngiltereli Rose'un başına gelen olaya üzülecek ve ayıplayacak olan kişilerin önce bu saydıklarımdan iyi bir sınavla geçmiş olmaları gerekir...Gerisi samimiyetsizlik gerisi gösteriş olur başka da bir şey olmaz...

Umarım sıcağı sıcağına olan bu olay soğutulmaz da bir an önce kişi ve gruplar hak ettikleri cezaları alır Rose konusunda...Tabi ceza ve yaptırım beklediğimiz kurumda Dünya Kupasındaki ırkçılık iddialarını paspas altına iten  FİFA; ama bu kez rakipleri İngilizler olacak!!!

14 Ekim 2012 Pazar

Kaybederek Var Olan Adam: Ballack

Kim 6 kez aynı şekilde kaybederek yaşamına aynı şekilde devam edebilir ki... Ballack'ın hikayesi biraz tersine bir efsane yürüyüşüne benziyor. Almanya'da belki ona tapanlar yok, seveni de belki de sevmeyeninden çok olabilir, ama bu biraz da onun tercihiydi.

Leverkusen'de parlamış 3 yılda bir yıldız doğurmuştu kendisinden. Efsane sayabileceğimiz Leverkusen kadrosundaydı ve aslında onlardan beklenenin fazlasını gerçekleştirmişlerdi. Kimler yoktu ki o kadroda...Butt, Ramelow, Yıldıray, Schneider, Ballack,Lucio, Sebescen, Neuville ve bu ayarda bir çok isim bir peri masalının mutlu sonuna yaklaşıyorlardı.

15 Mayıs 2002 günü Real Madrid ile karşılaştıklarında herkes bu masalın mutlu sona erdirilmesi için Leverkusen'i destekliyordu belki de...Madrid'te bu kupalardan çok vardı, onun alıp almaması kimin umurundaydı! Lucio ümitlendirse de Zizu yani namı diğer Zidane hala jeneriklerde yer alan golünü atıp masalların kolay yazılmadığını hatırlatıyordu bize...

O gün kaybeden Ballack bir de ligde kaybedecekti. 5 puan öndeyken şampiyonluğu 1 puan farkla Dortmund'a kaptırıyorlardı. Ballack ve arkadaşları bir sezon içinde ikinci finallerini kaybederken Ballack'da Münih'in yolunu tutuyordu. Dünya Kupasında da kırmızı kart cezası nedeniyle oynamamış ama takımı da geleneği bozmayarak finalde Brezilya'ya kaybedip gümüş madalya getirmişti ona... Bayern Münih ile Almanya'nın "kazananlar kulübüne" geçiş yapan Ballack 4 yıl boyunca başarılı dönemler geçirdiği Münih ekibiyle 3 şampiyonluk yaşıyordu. Ballack kazanmaya başladığını düşünüyordu belki de o gün...

Sonra yolu Londra'ya düştü. Chelsea'de Abramovic'in en değerli pahalı oyuncaklarından biriydi. Orada istediğini bir türlü oturtamayan takımda bir şampiyonlukla veda etmişti Mavililere . Ama burada da anılarını hatırlatacak bir çok şey yaşamıştı. Moskova'da penaltılarla Şampiyonlar Ligini Manchester United'a kaptırırken 2002'yi hatırlamamış mıdır sizce? Ya da sonrasında aynı sezon şampiyonluğu yine Kırmızı Şeytanlara bırakırken? İlkinde olmasa da ikincisinde o da anımsamıştır o sezonu...  Peki o sezon Euro 2008'de Almanya kaptanıyken bu kez finali İspanya'ya kaybetmesi...

6 kez kazanmanın eşiğine gelip aynı şekilde kaybetmek? Kaybetmesine rağmen, kaybedenin tarafında olmasına rağmen son zamanlarında vasatları oynamasına rağmen üst düzeyde kalabilmek... Ballack buna rağmen hatta bana göre tüm antipatikliğine rağmen ayakta kaldı! Sempatiklik günleri bana göre hep Leverkusen formasıyla kendilerinden güçlü takımlara düş geçirmeye çalışırken ter döktüğü günlerde kalmıştı. Sonrasında ise hep güçlü bir makinede küçük bir dişli olarak tüm antipatikliği ile arzı endam eylemişti gözlerimizin önünde...

Geçtiğimiz günlerde avukatı aracılığıyla futbolu bıraktığını duyurdu. Son isteği ise 98 kez formasını giyip 2 kez finalde bir kez de yarı finalde kaybettiği Almanya ile jübilesini yapmaktı...Bu isteği uzaklardan bakınca bize çok makul gelse de Milli Takım Menajeri Bierhoff bunun olamayacağını söylüyordu. Bierhoff ona 99 ve 100. kez forma giyebilmesi adına davette bulunduklarını bu davetleri Ballack'ın elinin tersiyle ittiğini ve artık böyle bir gündemlerinin olmadığını söyleyerek "bir kez daha kaybettin" diyordu Ballack'a...

Benim için 2002 yılında kırmızı siyahlı formayı terk ederek biten hikayeyi Ballack ondan tam 10 yıl sonra kendi isteğiyle bitiriyordu. Eğer bir gün bir kulübü çalıştırırsa en büyük isteği bir altın madalya olursa buna kim şaşırır?

13 Ekim 2012 Cumartesi

Mesut Özil'in Suçu!

Hepimiz heba oluyoruz.Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir acımız yok, ne bir savaş yaşadık ne de büyük buhranı gördük. Bizim savaşımız ruhani bir savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız...

Chuck Palahniuk böyle anlatıyordu Dövüş Kulübü kitabında, paranın esiri olan toplumun röntgenini... Para ile esir olan bedenler ve ruhlar...Kimi asgari ücretiyle fabrikalarda ya da küçük atölyelerinde, iş yerlerinde, kimi  de milyon dolarlarıyla çim sahalarda...

Mesut Özil sözleşmesinin esaslarını yerine getirmediği, sözleşme bitiminden önce Adidas ayakkabı giydiği için Nike firması tarafından açılan dava ile 6 ay markasız krampon giyme cezasını çarptırıldı...

12 Ekim 2012 Cuma

Türkler Safdışı

Başlığı ben değil bu geceki maçtan sonra Hollandalı De Telegraaf gazetesi attı. Hollandalılar dahil hepimiz rakiplerinin Türkiye olacağını düşünüyorduk ama bu akşam ki sonuçla gördük ki biz değil Romanya olacak rakipleri...

İster hoca , ister futbolcu ister taraftar; suçu istediğinize atabilirsiniz. Ama...

Ekol olamama yaratamama sorununu unutmadan!

Grupta Romanya'yı görüp Macaristan'ı görüp hanemize kafadan 6'şar puan yazanları unutmadan!

Davullarla zurnalarla hiç bir başarısı ortada yokken getirdiğiniz hocayı 2 maçta dar ağacına çıkarttığınız yüzsüzlüğünüzü unutmadan!

Daha topa dokunmadan, eleme maçına çıkmadan şampiyona hayalleri kuracak kadar bilgisizce havalara girildiğini unutmadan!

Şu ihtimal bizi güçlü şekilde bekliyor 2014 yazında...Futbolcularımız tatil yörelerinde ter atacak bizler televizyon başında çaylarımızı yudumlayacağız. Sonra ne mi olacak? Hedef 2016...Sonra 2016 yazında yine oyuncularımız ter atacak biz yine çaylarımızı yudumlayacağız...Sonra? Sonra hedef 2018....Yani bu böyle uzayacak gidecek. Aksi olur , biz bir sistem kurar bununla her turnuvaya katılmaya en büyük aday oluruz diyene de eyvallah!


11 Ekim 2012 Perşembe

Agger de YNWA Dedi...

"Bir kulüpten fazlası" tanımı Barca için yapılsa da benim için böyle bir kaç kulüp var. Bunlardan biri de haliyle Liverpool... "Önderimiz" Gerard ile belki bir şampiyonluk kupası kaldıramadık ya da o varken muhtemelen de kaldıramayacağız ama galibiyetle alakalı olmayan bir sevgi biçimi bu...Hem bana yabancı da sayılmaz yurt içi takımlarımdan...

Liverpool ile ilgili haber bu kez Agger'den geldi.  Liverpool'un başarılı stopperi yaptırdığı dövmelerle hem takımına sadakatini gösterdi hem de taraftarın gönlüne bir kez daha taht kurdu. Agger parmaklarına YNWA'yı dövdürdü. Yani You'll Never Walk Alone... Asla yalnız yürümeyeceksin cümlesinin baş harflerini yaptıran Agger  bu kararında tereddüt etmediğini ve uzun zamandır da yapmayı planladığını belirtti. Kulübün ve şehrin hayatında önemli bir yer kapladığını belirten Agger bu kararın kendisi için çok kolay olduğunu söyledi.

Kendisi için kolay mı oldu zor mu bilinmez ama takımına ve futbolcularına koşulsuz şartsız sevgi sunan Liverpool taraftarının gönlünü başarılı performansından sonra  bir kez daha kazandığı kesin. Belki taraftarın gözünde "bi Gerard değil" ama benim gözümde diğer sıradan futbolculardan  şimdi biraz daha fazlası...

9 Ekim 2012 Salı

Bir Emeklilik Planı Olarak Futbol Yorumculuğu

 Ligimize damga vurmuş bir çok futbolcunun futbolu bırakacağı günü düşünüp kederleniriz. Keşke hiç bitmese, o sahadan ayak izleri eksilmese diye... Ama bu iş zihinsel olduğu kadar ziyadesiyle fiziksel bir iştir de, o yüzden gün gelir kimi efsaneleştiği, bütünleştiği formaya, kimi de bir çok takım dolaştıktan sonra son durağına veda eder. Peki ya bıraktıktan sonra...

Bazılarından öyle vazgeçemeyiz ki bir an önce eğitim kurs lisans neyse alsınlar gelsinler kulüplerinde antrenör olsunlar isteriz. Ayaklarıyla yön veremeseler de topa ve maça zihinlerini döksünler o yeşil çimlere deriz. Ama işler hiç de beklediğimiz gibi gitmez, tribündeki televizyon başındaki hesap yeşil sahadakine uymaz.

Kısa bir süre önce Ömer Güvenç'in Fenerbahçe ve Beşiktaş'ta önemli başarılara imza atmış en önemlisi de milli takımda efsaneleşmiş bir kaleci olan Rüştü ile röportajını izledim. Röportajda kızgınlıklarını, kırgınlıklarını,unutamadıklarını anlatıyordu. Güvenç son olarak gelecek planlarından bahsetmesini istedi, o da tüm içtenliğiyle anlattı. Ülkede kaleci eksikliğinin yaşandığını ve kendisinin de bu açığı çok iyi bildiğini, önceliği  lisans alarak antrenörlük seviyesine geçmek olduğunu, sonrasında ise ülkeye iyi kaleciler yetiştirmek istediğini söylemedi... Medyaya atılmak istediğini, televizyonda yorumcu olabileceğini yapan ve çok beğendiği arkadaşları olduğundan bahsetti. Kişisel kararıdır, eleştirmek ya da kızmak asla haddimize değil. Ama bahsettiğimiz isim Rüştü ya, insan bu nedenle saydığım söylemediklerini duymak istiyor işte.

Rüştü sadece kısa süre önce açık sözlülükle söylediği için bu yazının konusu yoksa onun gibi olan ve bunu  bu şekilde söyleyemeyen ve her fırsatta antrenörlük yapmak istediğini söyleyip de yorumculukla geçinen bir çok isim var. Başarılısı var başarısızı var, o zaten bu yazının konusu değil. Ama en başta saydığım o efsanelerden anılardan geriye televizyonda polemik yaratmaya çalışan 10 numaralar kalınca işin bütün esprisi kaçıyor.

Dünyada örneği nasıldır bilmiyorum o konuda net şeyler söylemek bana düşmez. Kluivert ve Bierhoff'un Eurosport yorumculuğunu izleyip beğenmiştim Avrupa Futbol Şampiyonası sürecinde ama isim isim durum nedir dediğim gibi net bir bilgim yok!

Benimle futbol konuşacak adam benim seviyemde olacak diyen oyuncuların üslupları yorumculuk güçlerini ve tarzlarını belli ederken futbolculuklarıyla bizi mest etmemiş nicesinin  de yorumculuk da bizi mest etmesini o "eski" futbolcu abilerimiz anlam veremiyor. Ne yalan söyleyelim çoğu zaman da biz onların dediklerine veremiyoruz o "anlamı"...

7 Ekim 2012 Pazar

Kıbrıs'ta da Maçta da Barış Kazansın!

       Barışın olmadığı yerde savaşın teyakkuz hali ile barışın çabaları bazen bir kör dövüşü halini alır. Bizim gibi savaş karşıtları barış yanlısı insanlar kardeşlik için didindikçe militarist cepheler dili dini göz rengini saç rengini ten rengini savaş için sebep sayar dururlar ta geçmişten bugüne kadar. Derbi haftasında Kıbrıs'taki durum da tam bu işte.

     Yine baştan belirtmekte fayda var bu da bir futbol yazısı değil. Bu da futbol sadece futbol değildir yazısı...Yine baştan söylemek gerekir ki Kıbrıs'taki ayrılıkları bir kenara bırakıp emperyalist güçlerin (Yunanistan-Türkiye-İngiltere vs.) bir kenarda durup Kıbrıs Rumlarının ve Kıbrıs Türklerinin bir arada yaşama ihtimalini savunuyorum. Tıpkı hiç bir hesap gütmeden kardeşliği savunan her Kıbrıs Türk'ü ve Kıbrıs Rum'u gibi... O topraklar kendi ana vatanlarını yönetemeyen Yunan ve Türk hükümetlerinin at koşturma sahası olmadığını herkesin bilmesi gerekiyor. Oralara oturduğu yerden "yavru vatan" yakıştırması yapanlar şunu unutmamalı ki oralara siz bilmeseniz de istemeseniz de birilerinin "ana vatanı" Burada ne tüm dünyanın Kıbrıs Türklerine uyguladığı ambargo umurumda ne de Türkiye'nin Kıbrıs Rumlarına uyguladığı onlar varsa ben yokum tavrı umurumda ... Bunlar umurunda olan insanlarla umurunda olmayan insanların mücadelesi hala devam ediyor yıllardır.

     APOEL ve Omonia arasındaki maç bir futbol maçının yanında bir sınıf maçı özelliğini de taşıyor. APOEL tarafı sağcı orta halli bir sınıfın takımı özelliğini taşıyor. Yunanistan İç Savaşında kulüp olarak ve taraftarlar olarak sağcı hükümete bağlılıklarını her fırsatta dile getirmiş bir grup. İç savaştaki APOEL'in bu tavrı sol görüşlü futbolcu ve taraftarları rahatsız etmişti. Ve onlar da ayrılıp Omonia takımını kurdular. Omonia taban olarak sol-sosyalist kesimi tercih etmişti. APOEL'deki orta hallilerin yerini Omonia'da işçi sınıfı almıştı. İç savaşta ve sonraki yıllarda hep barışı ve birliği savunan bir camia oldular. Yine kesin olmamakla birlikte Kıbrıs'ın birliğini savunan sosyalist AKEL'de Omonia'lı bir çok yönetici Türk sendikacılarla birlikte mücadele ettiği söylenir. Bu bilgi sanırım AKEL'in sosyalist kimliği ve Omonialıların sıkı bir mücadele içinde olmasına dayandırılıyor.

      İki ekibin maçlarına gelince; APOEL kısmı hani şu bizimkilerin Hollanda maçında dediği "ayağa kalkmayan Ermeni olsun" tarzındaki iğrenç cümleyi "ayağa kalkmayan Türk olsun" diye dillendiriyorlar tribünlerinde... Omonia ise "Yunan olmak sizin gibiyse biz Yunan değiliz" diyorlar açtıkları pankartlarıyla şarkılarıyla sözleriyle...Omonia tribünlerinde Türkçe-Rumca barış yazılı pankartlar ve KKTC bayrakları açılıyor APOEL kesimindeki tüm ırkçılığa militarizme karşılık.

    5.haftası oynanacak ligde APOEL 4'te 4 yaparak lige iyi bir başlangıç yaptı, Omonia ise 1 galibiyet 2 beraberlik ve 1 mağlubiyetle 5 puanda. Ezeli rekabette ise APOEL'in 21 Omonia'nın 20 şampiyonluğu bulunuyor. Kendi aralarındaki maç içindeki rekabetlerde ise beraberliğin büyük payı olsa da  APOEL 34 Omonia 45 kez kazandı ve 37 maç berabere bitti.

     Bu akşam kim kazanır bunu kestirmek yine çok güç ama barış adına Kıbrıs'ta kardeşlik adına güzel şeyler söyleyen Omonia'dan yana tavır almak benim için hiç de zor olmayacak. Umuyorum ki Omonia'nın Gate 9 taraftar grubunun tavrı tüm tribünlere yayılır ve barış isteği tabandan yükselir sokaklarda zirvesini bulur.

Ortadaki fotoğraf Hayatım Futbol'dan alınmıştır.

El Clasico: Guernica'dan Sonrası...

         Picasso'nun evine  baskın yapan Nazi subayları Guernica tablosunu görünce "bunu siz mi yaptınız?" diye sormuştu. O da "hayır" demişti, "siz yaptınız"... Picasso baştan sona kadar haklıydı, İspanya İç Savaşını anlattığı tablosunu o değil ülkesini bu hale getirenler yapmıştı. Seçimle Cumhuriyetçilerin başa gelmesini Franco komutasındaki milliyetçi güçler durdurmak istemiş ve bu savaş 3 yıl sürmüştü. İşte bizim El Clasico'muz o günlere dayanır. Biz o günden beri her gün El Clasico maçına çıkar gibi başlarız güne diyordu bir Katalan...

       İstatistiklere yer vermeye gerek duymuyorum. Çünkü bu maç puan durumuna göre ya da istatistiklere göre oynanan bir maç değil, en azından Barcelona için! Katalanların moral kaynağı Barca demek haksız bir yakıştırma olmaz sanırım. Gary Lineker şöyle demişti; "bu bir derbi değil sanki Katalunya'nın İspanya'ya karşı savaşıydı. Kendimi Katalan askeri gibi hissettim"... İşte Barca tarafında durum bundan aşağı kalır bir şekilde açıklanamaz.

     Hafta sonu oynanacak maçta tribünler Katalan bayrağı koreografisi ile donatılacak. En siyasi El Clasico diye bahsediliyor bu maçtan. Hükümet İspanya'da zam bombardımanına başlamış durumda, sokaklar son yıllarda olmadığı kadar hareketli ve fitil ateşlenmiş durumda. Katalanlar ise kararlarını çoktan vermiş ve inmek istiyorlar bu gideceği durağı belli olmayan İspanya treninden...Haklı kavgalarını eze eze alabildikleri bir ortam olarak futbolu Katalanlar çok seviyor ve bu Barcelona'yı onlar için  bir kez daha değerli kılıyor.

    7 Ekim günü "en siyasi" El Clasico diye adlandırılan maç aslında her maç o "en siyasi" sıfatını taşıyor. Bir Barcalı için ya da Barca sempatizanı için bir şampiyonlar ligi finalinden çok daha fazla önem taşıyorsa bu maç işte o "en siyasi" sıfatı için çok daha fazla önem taşıyor. Real Madrid için bu maçın belki de o kadar da önemli değil... Faşizmle yapmadığımızı bırakmadık şimdi de sahada sizi yeneceğiz diye bir sloganları olamaz sanırım...Tek dertleri sportif gibi gözüküyor ama Ramos'un milli takımda Katalan oyunculara İspanyolca konuşun sözü tüm Madrid takımının genel havasını yansıtıyor bence. Bu takımda kaç tane İspanyol futbolcu var ki sorusu ise beyhude bir naiflikten öte bir şey değil! Kuyt uçaktan iner inmez "Galatasaray'a golüm var" demesinin sebebinden çok daha  anlam ifade ediyor bir Portekizlinin Barca maçında ekstra motivasyonla oynaması.

    Pazar günü oynanacak maç bir maçtan daha fazlası... Tıpkı Barca'nın bir kulüpten daha fazlası olması gibi...Tüm bu anlattıklarımı gereksiz bulan sadece futbol izlemek isteyenler "futbol sadece futboldur" diyebilir onlar sadece görüşlerine saygı duyacağım insanlar olarak kalır ama bu maç sadece futbol için oynanmıyor bunu bilmelerinin de  faydası olur! Ben futbolu asla sadece futbol olmadığı için sevebilenlerdenim. O yüzdendir ender gelişen Osasuna ataklarını Los Galacticos'a tercihim... İşte bu tür sebeplerden dolayı da futbol sadece futbol olsaydı benim için hiç bir anlam ifade etmezdi. Menotti'nin de dediği gibi "sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz"... Milyonlarca Katalan'ın özgürlüğü için sokağa inmesine ben buradan "gol" diye destek veriyorsam futbol işte biraz da bu yüzden güzeldir. Maç ne olur bilemem ama bu savaş hiç bitmeyecek, ta ki Barcelona kulüp başkanları Katalan halkının çağrılarını gelirlerin önüne koyacağı güne kadar!


6 Ekim 2012 Cumartesi

Milano Derbisinde Zapatista İzleri

     Derbi haftasında mikrofonlarımızı Milano'ya uzattığımızda bizi orada Milan-İnter derbisi bekliyor. Milano şehrinin iki köklü ekibi Pazar gecesi Milan ev  sahipliğinde karşılaşacak kendi statlarında. Maç için kesin cümleler kurmak o kadar zor ki ne söylesek boş gelebilir.

   Öncelikle Milan ile ilgili bir kaç bilgi vermek gerekirse sezon onlar için kabus gibi başladı ve öyle de gidiyor. Ligde alınan kötü sonuçlara Şampiyonlar Ligi'nde kendi evlerinde Anderlecht ile de berabere kalmaları sabır sınırlarını iyice zorladı. Onlar için en büyük sevinç kaynağı deplasmanda Zenit galibiyeti oldu. Evet Milan gibi bir takım deplasmanda Zenit'e karşı kazanınca rahat bir nefes aldı. Sezon başında Pazzini-Cassano takasında bana göre karlı çıkacak ekip gibi duran Milan olsa da henüz o büyük beklentiler gerçekleşmiş sayılmaz. Hücum gücü çok iyi gözükse de o bölgeyi besleyemeyince sonuca gitmek de zorlanıyorlar. 2 galibiyet 1 beraberlik ve 3 mağlubiyetle 7 puan toplayabildiler 6 haftada. Transfer sezonu kapanana kadar Mesih bekler gibi Kaka'yı beklediler o da gelemeyince bu şekilde devam edecekler ama nereye kadar orası meçhul!

    İnter ise 2.haftada Roma ile yaptığı maçta evinde büyük bir çok yaşasa da durumunun en azından Milan gibi vahim olmadığını gösterdi sonraki maçlarda. Bu sezon ki sorunları iç sahada kazanamamak gibi duruyor. Önce Roma sonra da Siena'ya net skorlarla yenildiler. Deplasmanda ise puan kaybetmediler. 6 maçta 4 galibiyet 2 beraberlikle zirvenin çok da uzağında değiller. Kadro olarak tek tek isimlere bakarsanız İnter Milan'dan daha geride gözükebilir ama bu henüz sahaya yansımadı. Avrupa Liginde ise yine kendi evlerinde Rubin ile berabere kalıp deplasmanda Neftçi Bakü'yü yendiler. Şahsi fikrim bu maçın da favorisi oldukları yönünde. Çünkü deplasmanda farklı bir hava ile oynuyorlar.


    Kimi desteklediğime gelince, sebebi açık bir şekilde futbol asla sadece futbol değildir cümlesinden kaynaklı bir seçim benimki...Milan bildiğiniz gibi Berlusconi hanedanlığının takımı, muhafazakarlıkla çürümenin paralel ilerlediği bir kulüp olarak gözümde canlanıyor. Berlucsoni ile Milan ayrı deseniz de öyle olmadığını gösterecek veriler mevcut. Öte yandan İnter'e sempati ise Zanetti'nin solduyusandan gelir. Meksika hükümeti Zapatista güçlerine ve köylerine  saldırmış ve ağır yaralılarla ölümlere neden olmuştu. Zanetti ise öncelikle Zapatistalara bir ambulans tahsis etmiş ve sonrasında da para yardımında bulunmuştu. İşin güzel yanı da İnter kulübü de bu konuya ön ayak olmuş ve yardımların devamlılığını sağlamıştı.  Subcomandante Marcos ise şöyle bir selam göndermişti Zanetti ve takımına: Öyle kuru kuru yardım göndermekle olmaz , gelin de burada bir maç yapalım ve size gösterelim EZLN güçlerinin size nasıl gol yağdırdığını... Bu selama güzel bir cevap da İnter'den geldi "müsait bir zamanda ilk fırsatta"...Belki de ileride  Zapatistaların özgürleştiği bir gün Subcomandante'yi maskesiz bir şekilde 10 numaralı formasıyla Zanetti ile ikili bir mücadelede izleriz, kim bilir...

5 Ekim 2012 Cuma

Acısıyla Sıcağıyla Adana Derbisi

    Dört yıl aradan sonra PTT 1.Ligde Adana Demirspor ile Adanaspor A.Ş Pazar günü karşılaşacak. Pohpohlanmış derbilerin üstünde bir tadı olan Adana Derbisi için alakalı alakasız herkes Pazar gününü bekliyor. Bir yanda 1.ligin müdavimi Adanaspor diğer tarafta ise seyircisiyle mazisiyle çok daha fazlasını hak eden ama bu sene 1.lige çıkabilen Adana Demirspor...

   Açık söylemek gerekirse gönlüm Mavi Şimşekler'den Şehrin Asi Çocuklarından yana ama bu maçı izlemek bu rekabeti takip etmek için bir tarafınız olmasına gerek yok. Futbol adına reytinglerden uzak saf bir rekabet arıyorsanız buna 7 Ekim günü doyacağınızı temin edebilirim.

    Maçta favori olan daha hazır gözüken Adanaspor gibi duruyor. Demirspor'un yönetim zafiyetleri ve yeni bir hoca ile maça çıkılacak olması Demirspor cephesindeki eksilerden. Bu maça kadar Demirspor ilk iki haftada aldığı 2 puanın üzerine henüz puan koyamadı. Eklenen transferler bir türlü beklenen etkiyi yapmadı. Takımda güçlü şekilde forvet eksikliği var, Erçağ geçen seneyi mumla aratıyor ya da hep öyleydi bu lige göre düşük kalıyor. En önemlisi de taraftarlar taşeron yönetim yüzünden 90 dakika boyunca maça odaklanamıyor.

   Adanaspor ise 2 galibiyet 2 beraberlik ve 1 mağlubiyetle üst sıraları zorluyor. Görülen o ki bu sene de Playofflarda yer alabilirler...Onlar da Demirspor'un aksine az olan yabancılarından nisbeten daha iyi verim alabiliyorlar. Dediğim gibi favori onlar ama bu bir derbi hiç bir şey kesin değil! Demirspor için belki de yeniden bir başlangıç maçı olacak ve onlar da bunun ciddiyetiyle oynayacaklardır. Adanaspor için sadece bir mağlubiyet olabilecekken Demirspor için daha fazlası olacaktır mağlubiyet. Geçen hafta Osman Hoca ile yollar ayrıldı ve yerine Mustafa Uğur gelmişken bundan sonra ilk gidenin hoca olmayacağı kesin.

     İki tarafın da kabul ettiği ve istediği stadın yarı yarıya olma talebi de "güvenlik" önlemleri gerekçesiyle "yetkililerce" reddedildi. Hem futbolcular hem teknik direktörler hem de sokaktaki seyirci bunu talep ederken  buradaki korkuyu anlamak çok güç. Bir kez daha belirtmekte fayda var tribünde şiddet yok şiddeti yaratan polis baskısı var.

     Son olarak Adana futbolu ve bu derbiyle ilgili daha detaylı bir araştırma okumak isterseniz size İletişim Yayınlarından çıkan Mustafa Uçar ve Yavuz Yıldırım'ın Acısıyla Sıcağıyla Adana Futbolu kitabını öneririm. Mazisiyle bugünüyle bu mükemmel derbiyi öğrendiğinizde eminim ki diğer derbiler hakkında bir kez daha düşüneceksiniz.

2 Ekim 2012 Salı

Kaka Dönüyor (mu) ?

     Real Madrid'in elden çıkarmaya çalıştığı yıldızı Kaka tekrar "yeniden doğmanın" eşiğine geldi. Peki nasıl oldu bu? Mourinho anlaşıldığı kadarıyla onu kadrosunda düşünmüyor ama bir türlü elden de çıkaramıyor. Transfer döneminde Galatasaray'ın çileği olarak lanse edilen Kaka bir türlü Madrid'ten ayrılamamıştı.

     Kaka pas tutmak üzereyken Mourinho olaya el attı ve önce onu hafta içindeki kupa maçında oynattı. 8-0 biten maçta Kaka da 3 güzel gol atarak yeniden antrenman düz koşusu yerine gol sevinci koşusunu tatmış oldu. Mourinho da onu Deportivo maçında da ilk 11'de düşünebileceğini söyledi. 5-1 biten Deportivo maçında ilk on birde başlamadı ama ikinci yarıda oyuna dahil oldu. Mourinho Kaka'dan memnun olduğunu her geçen gün formunun yükseldiğini söyledi.

     Şimdi... Mourinho bayram değil seyran değil neden Kaka aşkı depreşti tekrar diye soracak olursanız bir tahmin olarak şunlar geliyor aklıma: Mourinho Fikret Orman'ın Quaresma için söylediği; "Barcelona'da İnter'de parlamamış da 15 günde mi parlayacak Quaresma" sözünün tam aksi yönünde hareket ediyor. Kaka'yı yeniden dünya futboluna lanse ediyor. Milan'da parlamadı burada kaç senedir oynadı parlamadı da Ocak ayına kadar mı parlayacak demiyor , parlasın diye uğraşıyor. Ve görülen o ki tüm basın "Kaka döndü" diye duyurduğuna göre başarılı da olmuş...


     Kaka muhtemelen ocak ayında ya bir kulübe çilek olarak ya da başka bir kulübe kurtarıcı olarak katılacak. Umarım ki biz o zaman hala Quaresma takıma katılsın transferi için parlatılsın mı yoksa sözleşmesi karşılıklı olarak feshedilsin mi diye konuşuyor olmayız...