8 Aralık 2013 Pazar

Gençlerbirliği,Partizan,Hacettepe,Teleoptik,Altyapı...

Pilot takım artık bir çok takımın organizasyonunda rastladığımız bir olgu haline geldi. Kimi birkaç alt ligden kimi yurt dışında bir başka ülkeden bir takımla anlaşmalar yaparak hem oyuncu alış verişinde hem de keşfedilen yeteneklerin pişirilmesinde pilot takımları kullanıyor.

Etkili kullanan kulüplerle beraber bu yapıyı sadece ismen sürdüren de bir çok kulüp var. Pilot takımın Türkiye’de en başarılı örneklerinden birini Gençlerbirliği sunmuştu. Asaş ile başlayan süreç daha sonra Gençlerbirliği Oftaş’a dönüşmüştü ve bu takım son olarak da Hacettepe olarak yoluna devam ediyor.
2007-2008 sezonunda Süper Lig’e çıkarak Gençlerbirliği’nin karşısına dikilen Oftaş ligin ilk haftasında Gençlerbirliği’ne karşı oynayan kadrosunda şu isimler ön olana çıkıyordu; Ferhat Odabaşı Giray Kaçar, Kadir Bekmezci İlhan Eker, Orhan Şam,Serkan Atak,Hakan Aslantaş… Bu isimler halen Süper Ligde farklı takımlarda forma giyiyor. O dönem alt yapıda yakalanan jenerasyonla A takımda değerlendirilemeyen isimlerin Oftaş’a aktarılması sonucunda müthiş bir sezon yaşatmıştı Gençlerbirliği camiasına Oftaş… Ligi de Gençlerbirliği’nin üzerinde bitirdiler. Buradaki isimlerin bir çoğu da maalesef efektif olarak A takımda kullanılamadılar.

Son yıllarda Türkiye’de üst düzey ligde oynayan hiçbir takım transfer politikasını alt yapısı ile ilişkilendirerek düzenlemiyor. Ki bir çok kulüpte transferle ilgili bir politika var mı bu da bambaşka bir soru. Gençlerbirliği de son yıllarda transferdeki tercihlerini Balkan ekolünden kullanıyor. Şu an hali hazırda Tosic,Tomic,Petrovic,Lekic ve Milan bonservisleri Gençlerbirliği’nde bulunan oyuncular. Lekic kiralık olarak Gijon’da yavaş yavaş form tutarken geride kalan 4 isimdense sadece Tosic ve Petrovic forma şansı bulabiliyor.

Tomic,Petrovic ve Milan Partizan alt yapısından yetişmiş daha sonra fabrikanın dışa ihraç ettiği oyunculardan. Partizan da pilot takım olarak Teleoptik takımını kullanıyor. Gençlerbirliği-Hacettepe ilişkisine benzer bir ilişkinin olduğu iki takım arasında son zamanlarda işler Ankara’dakinden daha iyi yürüyor.
Partizan alt yapıdan çıkan yıldız potansiyeli olan oyuncuyu A takıma “bulaştırmadan” önce kendisini daha rahat geliştirebileceği ve futbol olarak taraftar baskısının uzağında kendini rahat ifade edebileceği bir takım olan Teleoptik’e gönderiyor.

Bu sezon Gençlerbirliği’nin Hacettepe’ye gönderdiği isimlere bakınca bunların hepsinin geçtiğimiz yıl A2 Liginde final oynayan takımdan olduğunu görüyoruz. A2 takımının sol beki, iki stoperi, üç orta saha ve bir forveti Hacettepe’de forma giyiyor. Bu isimlerden stoper ikilisi ve orta saha üçlüsü sürekli olarak süre alırken diğer isimler kadroya girmekte zorlanıyor. Bu isimlerin A takıma yani Gençlerbirliği’ne umutla dönmesi beklenirken son yıllarda dönen oyuncu sayısının azlığı taraftarları umutsuzluğa sürüklemek için yeterince veri oluşturmuş durumda.

Hacettepe’den Gençlerbirliği’ne geçiş yapan oyunculardan son yıllarda en dikkat çeken isimler Artun, Uğur,Mert ve Yusuf Emre oldu. Artun geçtiğimiz yıl 3.ligin gol kralı unvanıyla geldiği A takımda tutunamayarak bu sezon tekrar Fethiye’ye kiralandı. Metin Diyadin’in verdiği şansı iyi değerlendiren Uğur Milli takıma kadar yükselirken kaleci Mert 3.kaleci olarak kadroda görev bekliyor. Yusuf Emre ise Mehmet Özdilek’in gelmesiyle dönem dönem forma şansı bulmaya başladı. Uğur’u bir kenarda tutarsak diğer 3 isimin şu an için bize çok büyük umutlar vaat etmiyor. Gençlerbirliği A takımında kendilerini kabul ettirseler dahi ligde ortalama kalitenin üstünde olup olamayacakları büyük merak konusu olmaya bir süre daha devam edecek.

Teleoptik de ise A takıma kazandırılan oyuncuların yanında Avrupa’ya transfer olan oyucu sayısı da bir hayli fazla. Milan, Tomic ve Petrovic bu organizasyonun bir ürünü olarak önce Partizan’a ardından da Gençlerbirliği’ne transfer oldu.(Petrovic Blackburn transferinden sonra Ankara’ya geldi.)
Diğer birkaç isime göz attığımızda ise imrenilecek bir yapı çıkıyor karşımıza: Danko Lazovic,Mitrovic,Nastasic,Marco Scepovic,Sulejmani ve Partizan’ın bu sezon çok şey beklediği isimlerden olan Jojic…

Geçtiğimiz günlerde basında yer alan bir haberde Gençlerbirliği’nin alt yapısındaki yeni hamle olarak “Çevre illerdeki kulüpler ve beden eğitimi öğretmenleriyle irtibat halinde olunarak yetenekli oyuncuların kulübe kazandırılması” planından bahsediliyor. Bu hayli önemli bir atak olmanın yanında Partizan bunu hali hazırda uygulayan kulüplerden biri. Petrovic’i de Partizan bu yolla keşfederek önce Teleoptik’e göndermiş ardından Blackburn’e satmıştı. Onun yanında bu çevre birimler kulübe; Kezman, Savic,Zoran Tosic,Krstajic gibi isimleri de kazandırdı.

Bu sezon yeni kurulan bir lig olan U19 Liginde mücadele eden Gençlerbirliği U19 takımı bu “çevre” atağının bir örneğini sunuyor kısmi olarak. Zaten yıllarca ÇSK,Tunç Altındağ gibi takımlardan da gelen bir çok oyuncu kulüp bünyesinde bulunuyor ve bunun yanında da okul takımında izlenerek kulübe kazandırılan oyuncular... Sadece iş bu kez daha geniş bir çevreye ve daha derli toplu bir yönteme büründürülüyor. Bu sezon A takımın kaptanı Ramazan bu yolla Tunç Altındağ takımından kulübe kazandırılmıştı.

Gençlerbirliği’nin transferde ilk kapısını çaldığı takımlardan biri haline gelen Partizan ile alt yapısında farkına olmaksızın bir çok benzer yön bulunuyor. Bir taraf alt yapısını epey aktif kullanarak bir diğerine oyuncu satabilirken Gençlerbirliği alt yapıdan yetişen oyuncularına güvenme konusunda biraz daha tereddütlü davranıyor. Bu sezon “olmayacak galiba” denilen bir anda yeniden doğan Uğur gibi birkaç isim daha çıkmazsa; Hacettepe bir pilot takımdan çıkarak alt liglerde orta sıralara oynayan bir takım hüviyetine kavuşması an meselesi olacak.   


Bu dönem Partizan ilerleyen yıllarda başka güçlü bir alt yapıya bağımlı olmamak için de güçlü bir alt yapıyla yeniden bir Oftaş hikayesi yazılabilir. Hem de bir öncekinden daha kalıcı bir şekilde olmaması için de bir engel gözükmüyor futbolcu simsarı menajerler haricinde…  

7 Eylül 2013 Cumartesi

Ermenistan'ın "Altın Jenerasyonu"


Euro 2012 Elemelerinde aslında sinyali vermişlerdi. Grupta ikincilik için mücadele ettikleri İrlanda maçı Ermenistan için hayati önem taşıyordu. Yok sayılan ülke futbolu kendini kanıtlamaya başlamış ve en keskin cevabı play off’a kalarak verecekti. İrlanda bir önceki turnuvada Dünya Kupası elemeleri yolunda Henry’nin eliyle düzelterek attığı gol ile hayallerine veda etmişti.

Tanrı’nın eli bu kez el değiştirmişti. 2.lik maçında İrlandalı Simon Cox topu eliyle düzeltti, hakem görmedi ve devam eden pozisyonda Ermenistan kalecisi Berezovski ceza sahası dışına çıkarak Cox’un şutuna göğsünü siper etti. Hakem oyunu durdurdu ve kalecinin topu eliyle uzaklaştırdığını söyleyerek kırmızı kart gösterdi ve maçın sonucunda da Ermenistan 2-1 kaybederek play off hayaline veda etti. 2 sene sonra adeta İrlanda’ya bu “el” yordamı hatanın telafisi yapılmıştı.

Ermenistan ise kaldığı yerden devam etmeyi bir borç bilmişti kendisine, yaralı da olsa devam ediyorlardı. Euro 2012 elemelerinde gruplarında İtalya, Danimarka, Çek Cumhuriyeti,Bulgaristan ve Malta yer alıyordu. Bir şeyler kazanmanın değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir grup olmasının yanında kaybettiklerinde kimsenin “neden” diye sormayacağı bir gruptu.

Deplasmanda Malta galibiyeti bir ölçü değildi. Bulgaristan, İtalya ve Çek Cumhuriyeti mağlubiyetleri ise umutların sönmesine yol açmıştı. Asıl darbe ise Ermenistan’da alınan Malta mağlubiyetiydi.8.dakikada yenilen golü çıkartamamışlar grubun en güçsüz ekibine boyun eğmişlerdi. Sonraki Danimarka maçı ise formalitenin ötesinde gözükmüyordu. Puan kaybı olması da muhtemeldi fakat beklenmeyen oldu ve deplasmanda Danimarka’yı Ermenistan 4-0 mağlup etti. Bir sonraki maç ise yine deplasmandaydı ve rakip Çek Cumhuriyeti’ydi. Akın akın gelen Çek’ler ilk dakikalarda tehlikeli ataklar buldu ama değerlendiremedi. Daha sonra ağırlığını koyan Ermenistan önce Mkhitaryan ile öne geçiyordu ardından Rosicky beraberliği sağlıyordu. Kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen Çek’ler son dakikalarda sağlı sollu ataklarla gelirken 90+2’de Ghazaryan kontra atağı golle sonuçlandırıyor ve Ermenistan’a hayati bir galibiyet daha kazandırıyordu. Bu sonuçlardan sonra puan durumu şu şekilde oldu:

İtalya: 7 Maç 17 Puan
Bulgaristan: 7 Maç 10 Puan
Çek Cum. 7 Maç 9 Puan
Ermenistan:7 Maç 9 puan
Danimarka: 7 Maç 9 puan
Malta: 7 Maç 3 Puan

Bu tabloda İtalya’yı bir kenara koyarsak ikincilik için büyük bir mücadele var. Bu durumda Ermenistan için içeride kaybedilen Malta maçına yanmamak elde değil. O Malta’nın aldığı tek puan da Ermenistan olunca bir kez daha hayıflanılacak ve üzülmek gereken bir hal çıkıyor ortaya.

Kalan 3 maç sırasıyla  Danimarka ve Bulgaristan içeride İtalya deplasmanda olacak. Sıralamada ve puan durumunda birebir rakibi olan iki takımla içeride oynamak şüphesiz büyük avantaj ama bol sürprizli bir grupta da hiçbir şey garanti değil. Son maçta İtalya ise çok güvenilmemesi gereken maçlardan.

Bu turnuvada play offlara kalır mı kalmaz mı kestirmek çok güç ama Ermenistan futbolu için güzel şeyler söylemek hiç de zor değil. Türkiye’nin yakaladığı ve dünya üçüncülüğünün geldiği “altın jenerasyona” benzer bir kadro var ellerinde. Kaleci Berezovski’nin 39 yaşında olmasını saymazsak takımın iskeleti oldukça genç… Kalitesinin kimsenin inkar edemeyeceği iki isim olan Aras Özbiliz (23)ve Mkhitaryan (24) uzun yıllar daha milli formayı giyecek isimler. Orta saha ve hücum gücünde böyle üst düzey isimlerin olmasının yanında bu futbolculara destek veren isimler de hiç de yabana atılacak cinsten değil. Şampiyonlar Ligi ön elemelerinde Celtic’e ecel terleri döktüren Karagandy’nin yıldız isimlerinden Ghazaryan (25), Krasnodar’ın orta sahası Pizelli (28), Anji’den Mkrtchyan ve Spartak Moskova’nın forveti Movsisyan (26) Ermenistan “altın jenerasyonundan” öne çıkan birkaç isim olarak göze çarpıyor.

Mkhitaryan’ın Dortmund’a transferiyle dikkatini çekse de çoğu kişinin Ermenistan futbolu sessiz sedasız ama emin adımlarla gelmeye devam ediyor. Belki bu turnuva belki de 2016’da bir turnuvada yer alacaklar. En azından bu jenerasyonu bunu başaracak güçte ve fazlasıyla hak ediyor. Komşu kontenjanından Yunanistan’a verdiğimiz desteğin yanına Ermenistan’ı da eklemenin  vakti geldi.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Her Yer Futbol Her Yer Direniş

Direniş günlerinde duvara yazılan bir yazı aslında her şeyi özetliyordu: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Sil gözyaşlarını!” Sokağın hali , siyasetin hali bu söz çerçevesinde şekillenirken hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir başka alanda futbol olacak. Bunun bilincinde olan iktidar ve adamları önlemlerini alelacele e-bilet uygulaması gibi, kombine kart taahhütlerinde kaçak maddeler eklemek gibi gülünç hareketlerle almaya çalışsa da engellemeleri kolay gözükmüyor.

İstanbul’da başlayan direniş diğer şehirlere sıçramış olsa da bu durum İstanbul’un ilgisini çekme konusunda yetersiz kaldı. İstanbul yine medya ve reyting olarak diğer illerin görmezden gelinmesini sağladı.Futbol sahalarında da aksini düşünmek aşırı iyimserlik olur. Şimdiden şunu söyleyebiliriz ki İstanbul statlarında olacak “tepkimsi” hareketler Anadolu şehirlerinde olacak tepkilerin önüne geçecektir

Süper Lige baktığımızda direnişin üst seviyede olduğu illerden İstanbul dışında; Ankara,Eskişehir,Antep ve Kayseri göze çarpıyor.  Kayseri’de neler olup “olmayacağına” dair ip uçlarını Süper Kupada gördük. Antep’te ise kulüp taraftarlarından bağımsız bir yapı sokaklarda olduğu için onlar için de bir şey söylemek güç olacak. Özellikle takımlarının bu sezon sıkıntılı bir süreç geçireceğini düşünürsek takımlarını protesto etmeleri daha yüksek bir ihtimal gibi gözüküyor. Eskişehir ise direniş şehitlerinden Ali İsmail’in yitirildiği kent… Eskişehirspor taraftarının da katıldığı direnişte pankartlarıyla “19 Haziran 1965’ten beri bozuk düzene direniyoruz” diyorlardı. Forumlarda da bireysel olarak kendilerini gösteren Eskişehirspor taraftarları EsEs Bandosunun sesine direniş sloganlarıyla ses katması muhtemel gözüküyor. Özellikle tribün kültürü olarak da zaman zaman polislerle gerilim yaşayan Eskişehirlilerin bu sezonu da gerek tribün yasaklarıyla gerekse olası siyasi protestolarla zorlu geçeceğe benziyor.

Direnişin bir başka kalesi Ankara ise rengini sezon başlamadan belli etti. Kennedy Caddesinde, Dikmen’de Kızılay’da gerek Ankaragüçlüler gerekse Gençlerbirlikliler çatışmaların birebir içinde oldular. Bir gözünü kaybederken üzerinde Gençlerbirliği forması olan Murat Özdemir’in o bakışları hala akıllarda… Yine mizahın üst seviyede olduğu bir Kennedy akşamında TOMA harekete geçerken üzerinde Ankaragücü forması elinde bahçe hortumu ile TOMA’ya su sıkan Ankaragüçlü de akıllarda… İki kulübün tribünlerdeki ortak tezahüratı genelde “Ankara Emniyet, bu ne rezalet” olurken bu sezon yine bunu sık sık tekrar edeceklerini düşünüyorum.

TSYD Kupası vasıtasıyla bu sezon ilk kez tribündeki yerini alan Gençlerbirliği taraftarı ilk tepkisini de gösterdi. Siyasi sloganın yasak olduğunu belirten acar İçişleri Bakanını kendi silahıyla vuran Gençlerbirlikliler bir süre sadece “SİYASİ SLOGAN” diye bağırdılar. Ardından “Hüloooğğğğ” kısmına geçen Kırmızı Karalı taraftarlar finali de “gol ata gol ata kazanacağız” , “her yer Kırmızı her yer Kara” ile yaptı. “Stop NATO” pankartıyla yeşil sahada NATO sürecine ve 1 Mart Tezkeresine en net tepkiyi koyan Gençlerbirlikliler bu sezon ligde de çokça kendilerinden bahsettirecektir. O gün Beşiktaş-Ç.Rizespor maçında atılan “Her yer direniş her yer Beşiktaş” sözü kadar bu atılan sloganların değerinin olmaması da en başta söylediğim konuya denk düşüyor. Ankara’nın diğer kulübü Ankaragücü taraftarları da polisin “yenemediği” tribünlerden. Her yerde atlı polislerden tutun da çevik kuvvete kadar bir çok yolu deneyen polis Ankaragüçlüleri kendince “uslandıramadı”. Bu sezon da Ankaragüçlüler ilk 8 hafta 19 Mayıs Stadı’nda maç izleyemeseler de “Diriliş” dönemine yakışır bir tribün performansı sergileyecektir.

Bir alt ligde ise “Allahına kadar diren Adana” diyerek sokaklara çıkan , acıyla büyümüş çocukların biber gazıyla dalga geçtiği Adana var. Adana Demirspor tribünlerinin siyasi tavrı-tutumu zaten bilinen bir gerçek. Bu Gezi Direnişi sürecinden de alınlarının akıyla çıkan “şehrin asi çocukları”, ilk fırsatta Kayserispor’la oynanan sezon açılış maçında Gezi’ye selamını çaktı. Bu selamı sezon içinde sık sık duyacağız.Aynı ligdeki İzmir temsilcisi Karşıyakaspor taraftarları da direnişin içinde olan gruplardandı. İzmir’de yapılan göz altı operasyonlarında Karşıyakaspor tribün liderleri de göz altına alınmış ve salıverilmişti. Bu göz altı olayı tam da Suat Kılıç tribün liderleriyle akşam yemeği yerken oluyordu. Bu olay da maalesef çArşı üyelerinin göz altına alınması kadar ses getirmedi.   Yine aynı ligdeki bir başka takım olan Mersin idman Yurdu taraftarları ise ligden düşmelerine de gönderme yaparak “Biz halkız,halk düşmez” pankartıyla alanlar da oldular. Onlar da tribünden bu sıcak günlere gönderme yapacaklardır.

En merak edilen takımlardan biri ise 2.ligde mücadele eden Hatayspor olacak. Halk Savaşı kavramından barikatlarıyla, inançlarıyla küçük örnekler sunan Hatay halkı, direnişi hayatının baş köşesine koymuş durumda. Abdullah Cömert’in hemşerileri onu tribünde yaşatmaktan ve anmaktan da geri durmayacaklardır.


İstanbul’un  dışındaki şehirlerde İstanbul’un uzağında polis şiddetinin çok yakınında, güzel goller izlemenin garantisini olmadığı ama tribünlerinde güzel hareketlere garanti veren bir futbol sezonu başlıyor. Muhtemeldir ki İstanbul onların sesini duymasa da, görünmez de kılsa onlar yine “Her yer Taksim,her yer direniş” sözünü bol bol dillendirecekler. Çünkü tribünler direnmeyi “çok iyi bilir”…

18 Ağustos 2013/Evrensel Pazar

15 Ağustos 2013 Perşembe

Sıfır Hakem / Fikret Doğan - Taraf

6 hakem muhabbetleri açıldığına göre bu konuda yazılmış bence en güzel yazıyı paylaşmak istedim. Fikret Doğan'ın mükemmel yazılarından sadece biri olan bu yazı her hakem hatasında aklıma düşer. O nedenle şimdi "Sıfır Hakem" yazsının tam zamanıdır...

Başlangıçta iki takım, iki kale, iki yarı saha ve bir top vardı. Her maç büyük bir kardeşlik duygusuyla sıfır-sıfır başlardı. Simetriyi bozan tek unsur meşin yuvarlaktı; sanırım işte bu yüzden onu tekmelerdik. Harala gürele topumuzu oynar, bir anlaşmazlık çıktığında, biz oyuncular bunu kendi aramızda hallederdik, kâh tatlı dille kâh bağrış çağrış. Bazen taşkafanın teki inatçılık ederse, öfkesindeki sahiciliğe saygı duyar, “hadi bu sefer de senin gönlün olsun” deyip suyuna giderdik; hep haklı olmak değil, birlikte yaşamak önemliydi çünkü. Maç hayata tâbiydi, ondan azade bir şey değildi. Her türlü herzeyi yiyip sonra da “sahada yaşanan sahada kalır” diyemezdin öyle. Bilirdik çünkü, yaşam provası dediğimiz şey yaşamın ta kendisiydi. 

Fakat günlerden bir gün saha kenarında ipsiz sapsız bir adam peydahlandı. Diğer seyirciler gibi maçı heyecanla seyretmiyor, tam tersine ihtiraslı gözlerle sahayı süzüyordu. Elindeki köstekli saati sallayarak “Size maçın ne zaman bittiğini söyleyebilirim” dedi masum bir surat ifadesiyle. Bu yardım teklifinin ardında sinsice bir niyetin yattığı kimin aklına gelirdi ki? Ertesi gün saha kenarında dikildiğinde üzerinde takım elbise ve kravat vardı; çok önemli bir adammış gibi kabarıyordu. Derken bir gün elinde düdükle çıkageldi; artık bağırmak zorunda kalmayacakmış. Onun ne kadar tembel biri olduğunu daha o gün anlamalıydık. Sonra yine kendisi kılıklı iki kardeşini getirdi, “Bunlar çizgide dursun, anlaşmazlık çıkarsa danışırsınız” dedi. Böyle böyle yuları kaptırdığımızın farkında bile değildik.

Oysa aramızdaki mevzuları yine eskisi gibi konuşarak halledebilirdik. Şimdi ise sürekli birbirimizle didişip duruyorduk. Bunun üzerine “Bu böyle olmayacak, en iyisi ben sahanın içine gireyim, kardeşlerim de ofsayta baksınlar” dedi. Artık sadece zamanın değil, mekânın da efendisiydi; sahanın üzerindeki kuş bile ondan soruluyordu. Elindeki düdük Azrail’in orağına dönüşmüştü. Nitekim daha sonra bu adam takım elbiseyi çıkarıp kara gömlek giyecekti. Despotun tekiydi. Tanrı kelamı gibi hiçbir dediği tartışılamıyordu. Üstelik bir zamanlar rica minnet sahaya giren adam şimdi bizi sahadan atma hakkına sahipti. Dağdan gelip bağdakini kovmak diye buna denir işte. Bir gün teknik direktörler maraza çıkarıyor gerekçesiyle bekçi niyetine başka bir akrabasını daha musallat etti başımıza. Sürekli amip gibi bölünüyordu bu adam. Şimdi de kale arkalarına iki akrabasını daha yerleştirmek niyetindeydi. 

Oh ne âlâ, ofsaytları yancılara, gol ve penaltıları kale arkasındakilere, kulübedeki arızaları dördüncülere havale etmişti. Kendisi artık sıcak sudan soğuk suya elini sürmeyecek anlaşılan. Yakında ortasahaya sandalyeyi atıp, getir götür işlerine bakan çırak hakeme “hadi koçum şuradan çift kaşarlı bir tost kap gel bakiim” derse hiç şaşırmayın. Gidişat onu gösteriyor çünkü. 

Hakemin varlığı sadece birbirimize duyduğumuz güveni değil, içimizdeki dürüstlüğü de çaldı götürdü. Artık bizim için ahlak duygusunun soyunma odasında bırakılması gereken gündelik kıyafetlerden hiçbir farkı yok. Paranın bizi bozduğu söyleniyor. Doğrudur, ama hakem kadar değil. Çünkü futbolun milyonlarca insanın gözü önünde değil de sadece hakemin gözü önünde oynandığını düşünür olduk. Öğretmenin kötümcül otoritesini kopya çekerek altetmeye çalışan öğrenciler gibi biz de kurnazlığa kaçmaya başladık. Hakeme ne yedirirsek kârdır sandık, ama böyle yaparak onun gücüne güç kattığımızı hiç düşünmedik. 

Ne tuhaf, hakemin sayısıyla birlikte hatalar yüzünden kopartılan yaygara da artıyor. “Hadi biri görmedi, hadi ikisi görmedi.. altısı da mı görmedi bunların?” Hakemin sayısını arttırmak bir çözüm değil. Tam tersine başlangıç sayısına indirmelidir, yani sıfıra. Meraklanmayın, biz de en az sizin kadar dürüstüz. Eğer futbol başlangıçtaki gibi hakemsiz oynanan bir oyun olsaydı Ali Güneş o plonjonu yapmazdı. Yapsaydı bile kendi eliyle dikerdi topu penaltı noktasına. Şu anda şu anda bir futbolcunun kendini yalandan yere atması bir hakemin en doğru kararından bile daha ahlâkidir. O kara gömlekli herifin dönmemecesine defolup gittiği gün futbolun da kurtuluşudur, çünkü şeytana sattığımız ruhun geri alındığı gündür aynı zamanda.

Fikret Doğan - Taraf 
23 Eylül 2009

13 Ağustos 2013 Salı

AEK'in Dirilişi...

AEK,malum borçları nedeniyle bu sezon 3.ligde mücadele edecek. Bu buruk hikaye herkes tarafından bilindiği için, bu bölümü kulübü borçlandırıp, 5.5 Milyon Euro zimmetine geçiren Psomiadis'in hapiste sürünerek yaşamına devam etmesi dileğiyle geçelim.

Bu sezona haliyle sancılı başlayan AEK, bu durumun tam aksine umutlu başladı. Öncelikle federasyona stat olarak Atina Olimpiyat Stadı adres verildi. Yunanistan'da bu stadı dolduramayacağı söylense de spor basınındaki rakamlar tam tersini söylüyor. sport.gr sitesinde yayınlanan ve ulusal basında da yer bulan habere göre 5 günde yapılan satış 5 bini aştı. Talebin bir hayli fazla olduğu söylenen kombinelerden rekor bekleyenler de yok değil.

Öte yandan Pana' ve Olympiakos'un ise bu rakamların halen çok altında olduğu söyleniyor. Buna Pana' ve Olympiakos destekli basın "AEK bilet satmak için abartılı rakam veriyor" dese de genel değerlendirme ve kulüp açıklamaları bunun doğruluğu şeklinde.

Bu bilet atağı Ankaragücü'nün "Diriliş Sezonu" sloganını epeyce andırıyor. Ankaragücü de 19 Mayıs Stadı'nda oynama kararı almış ve kombine biletlerini Pazartesi itibariyle satışa sundu. Ankaragücü için de ilginin yoğun olacağı söyleniyor. Haliyle "Bi Aek değil" ama ilgi olması muhtemel...

AEK, Olimpiyat Stadını doldurur mu? Üst ligdeyken tıklım tıklım dolma gibi bir durum çok nadir oluyordu, özellikle son yıllarda ama bu sene kayda değer rakamlara yaklaşacaklardır. 19 kişilik bir kadro oluşturan AEK'in yaş ortalaması 23. Genç bir kadroyla yola çıkan takımda, 2000 yılından beri takıma emek veren 37 yaşındaki savunmacı Nikos Georgeas ise takıma abilik yapacak.

Kısaca belirtmek gerekirse tüm bu bilet muhabbetinin sonucu olarak; uzun bir yolu olan AEK, bu yolu "yalnız yürümeyeceğinin" bilinciyle yola koyuluyor.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Umudumuz Stancu!

Liginin en çok gol atan oyuncusu olarak takımıyla Antalya’ya devre arası kampına gelmişti. Teknik Direktörlük koltuğuna Hagi’yi oturtan Galatasaray, azımsanmayacak bir para olan 5Milyon Euro’ya onu Antalya’da kamp yapan Bükreş ekibinden alıp kendi ekibine katıyordu. O Romanya’dan ayrıldı ama Romanya Liginin golcüleri hatırasına yazık olmasın diye midir , nedendir bilinmez onun yarım sezonda attığı golleri geçemeyerek Stancu’ya arkasından “Kral” unvanını göndermişlerdi.

Zapata ve Culio ile kurtarıcı sıfatıyla takıma katılan Stancu 14 maça çıktığı Galatasaray ile 2 gole imza atabilmişti. Galatasaray sezonu 8.tamamlarken 5 Milyon Euro verilen kurtarıcı “tu kaka” seviyesine çoktan getirilmişti. Ligin yeni takımlarından Orduspor onu bonservisiyle alamasa da kiralama yoluna gitmişti. Metin Diyadin’le başlayıp Hector Cuper ile ligi tamamlayan Orduspor’da 31 maçta 10 gol atan Stancu’nun tekrar Galatasaray’a dönmesi gündem gelse de bu gerçekleşmedi.

Ertesi sezon yoğun pazarlıklar sonucunda Cuper’in ısrarla takımında görmek istediği oyuncu bu kez 2,5 Milyon Euro gibi yine azımsanmayacak bir bedelle Orduspor’a transfer oluyordu. Orduspor ise bu sezonu PR çalışmalarından başını kaldırmak zorunda kalarak lige tutunma ile geçirmek zorunda kalıyordu. Ama onun tarifesi şaşmadı. İleri gidemeyen, hücum yapamayan Orduspor’da 30 maçta yine 10 gol attı. Ama bu 10 gol Ordu’yu ligde tutmaya yetmedi. Onun ısrarla takıma kazandırılmasını isteyen Cuper de zaten bavulu toplayıp çoktan kaçmıştı.

3 yıl daha sözleşmesi bulunan oyuncunun durumu belirsiz bir hal alırken, Ankara’da yana yakıla forvet arayışları devam ediyordu. Gazeteler önce Culio, Oumarou, Charlton Cole, Petric gibi isimler yazsa da bir türlü Vleminckx’ten boşalan koltuğa bir forvet alınamıyordu. Forvetsiz olarak da Avusturya kampına giden Kırmızı Karalar burada Lekic ile denemeler yapıyor yine bilindik sonuçlar alıyordu. Almanya kampının son günlerine doğru forvet arayışları nihayete eriyordu. Gençlerbirliği diğer sayılan tüm isimlerden şu veya bu şekilde vazgeçiyor, Metin Hoca’nın bildiği bir isim olması ve ligi tanıması sebebiyle Stancu’da karar kılıyordu.

Transfer için pek para harcamak istemeyen, bonservisi elinde futbolcu avına çıkan Gençlerbirliği, Stancu için bonservis bedeli ödemese de Orduspor’dan alacaklarını ödeyerek kasadan ekstra para çıkarmıştı. 
Vleminckx vedasından sonra taraftarın istediği forvet CM/FM deyimiyle “finishing” seviyesi 20 olan bir forvetti. Stancu hamlesi bir çok Gençlerbirlikli için tam bir kafa karışıklığıydı. İyi ya da kötü gibi keskin yorumların yapılamayacağı Stancu, dendiği gibi “ligi tanıyor”. İki sezonda attığı gol sayısından ziyade geçen sezon attığı 10 gole ulaşabilmiş Gençlerbirlikli futbolcu yok. Şu anki Gençlerbirliği hücumunun kalitesini arttırdığı bir gerçek.

Gol yollarındaki en güçlü silah ve taraftarın umudu olan Stancu bu performansını ve rakamlarını dahi devam ettirse büyük bir katkı sağlayacak.

Ayrıca Cuper’in savunma futbolunda bu sayılara ulaşabilen bir golcünün, Diyadin’in “hücum oynayan Gençlerbirliği” hayalinde daha fazla gol atma ihtimali de epey yüksek . Jimmy-Mervan ikilisiyle kanatları daha çok çalışacak Gençlerbirliği hayali için pivot özellikli bir santrafor daha yerinde olabilirdi belki ama artık eldeki malzeme bu olacak. Çünkü Gençlerbirliği 6+0+4 denkleminde tüm rakamları kullanmış durumda. Bu saatten sonra kontenjanda yer açıp da Stancu’nun yanına civarına bir pivot forvet alabilir mi, zor gözüküyor.

Malaga ve Fürth maçlarında takımın tek forvet ile sahaya çıkarak 4-5-1 dizilişine benzer bir dizilişle sahada olması bu kontenjan boşalsa bile bu yönde bir tercih kullanma ihtimalinin düşük olduğunu düşündürüyor.


Sonuç olarak Stancu’lu Gençlerbirliği hücumu biraz daha güçlü ama halen büyük bir caydırıcılığa sahip değil gibi gözüküyor.Bu caydırıcılığı sağlayacak olan ise Mervan ve Jimmy’nin “al da at” nezaketinde asistleri olacak. 

17 Mayıs 2013 Cuma

A2 Lig Finali | Gençlerbirliği - Ankaraspor | Kimseler Görmese de Bilmese de...


A2 Ligi Türkiye Şampiyonası finalleri Fethiye’de yapıldı. Fethiye’de çeyrek ve yarı final maçlarını fazla ilgi gösterilmezken final maçındaki seyirci sayısı ise o maçların aksine epey artmıştı. Fethiyelilerin yoğun ilgi gösterdiği müsabakada doldurdukları tribün ise genel itibariyle Gençlerbirliği tribünleri oldu.

Maça yakın saatlerde oynanacak Avrupa Ligi finalini televizyondan izlemek için , maçın ilk yarısında evine gitmek isteyen birkaç taraftarı da Fethiyeliler “Burada Gençlerbirliği final oynuyor, ne yapacaksın Benfica’yı , Chelsea’yi” diyerek yerlerine oturttular. Tribündeki Fethiyeliler maç boyu “Haydi Gençler” tezahüratlarıyla Gençlerbirliği'ne desteklerini de eksik etmediler.

Saha içine dönecek olursak Gençlerbirliği, Kayserispor’u  8-1 gibi farklı skorla çeyrek finalde elerken, yarı finalde Final Grubunda da rakibi olan MP Antalyaspor’u 2-0’lık rahat bir skorla devirdi. Bu sonuçlarla finale çıkan Kırmızı Karalı ekibin rakibi Göztepe ve Kasımpaşa’yı eleyerek gelen Ankaraspor oldu.

Maçtan önce tek tek konuştuğum teknik ekip ve oyuncuların ortak sözü “Kupayı Beştepe’ye götürmek” olurken, takımımızdaki oyuncuların kendilerine olan güveni de tamdı. Sezon içinde oyuncularla yaptığım görüşmelerde de, ligin ortasında dahi bugünü hedeflediklerini sık sık dile getirmiş olan oyuncular hedeflerine yaklaşmanın gururunu da yaşıyorlardı.

Ankara derbisine sahne olan finalde Gençlerbirliği Yasin,Hakan, Berat, Veli, Eren, Emre Avcı, Emre Dönmez, Utku, Atabey, İrfancan ve Ayberk on biri ile başladı. Daha sonra Selahattin, Arda,Reha,Furkan ve Haydar kenardan oyuna dahil olarak Gençlerbirliği adına ter döktü.

Maçın ilk dakikalarında  Ankaraspor baskılı oynasa da savunma dörtlüsünde Hakan-Veli-Eren-Berat Ankaraspor hücum organizasyonlarını durdurdu.  Sağ bekte Hakan sol bekte de Berat özellikle hücuma yaptıkları destekle de takıma katkı sundular.

Maçın dengeye geldiği an ise orta sahayı Gençlerbirliği'nin ele geçirmesi oldu. Emre Dönmez’in sakladığı toplarla rakip alanda daha rahat atak imkanı bulabilen Kırmızı Karalar İrfancan’ın dik oyunuyla da ileri uçta tehlikeler yarattı.  İlk tehlikeli atak ise 15.dakikada yapılan baskı sonucu Ankarasporlu oyuncuların topu uzaklaştıramamasından dolayı yaşandı. Ceza sahası önüne düşen topa Utku sert vurdu ancak son anda savunmaya çarpan top direğin yanından kalecinin bakışları arasında kornere çıktı.

Bu ataktan 5 dakika sonra ise Berat’ın ortasında oluşan karambolde önce Ayberk vurdu direkten döndü, ardından Atabey geldi topa müdahale ettiği anda hakem tarafından faul verildi.

30. dakikada ise maç boyunca sol kanadı savunma ve hücum yönüyle çok iyi kullanan Berat yine içeriye harika bir orta yaptı. Ayberk’in havada asılı kalarak vurduğu mükemmel kafa şutunu kaleci de aynı güzellikte tokatlayarak çeldi. Bu tarz bindirmeleri 120 dakika boyunca aynı şekilde yapan Berat tribündeki izleyicilerden de büyük beğeni topladı. Tribünlerde top Berat'a geldiği her an "Berat Tosic" benzetmeleri yapıldı. Utku ile ya da İrfancan ile paslaşmalarını izleyince Zec-Tosic pas bağlantısı akıllara gelmemesi imkansızdı neredeyse...

35.dakikada Ankaraspor kalesinde yaşanan karambolün bir benzeri Gençlerbirliği kalesinde yaşanırken savunma topu çizgi üzerinden uzaklaştırarak skordaki dengenin bozulmasına izin vermedi. Bu dakikaya kadar savunma ardına atılan toplarda da kaleci Yasin zamanında çıkışlarıyla tehlikeleri önledi.

İkinci yarı iki takımda ceza alanlarında tehlike yaratamazken Gençlerbirliği uzaktan şutlarla rakip kaleyi yokladı. Ankaraspor ise orta alanı geçer geçmez yaptığı basit top hatalarıyla tehlike yaratmanın uzağında bir grafik sergiledi. Birkaç savunma ardına top atma girişimi haricinde pek bir tehlike yaratamadılar ve 60.dakikadan sonra da fizik olarak oyundan düştüler.

Gençlerbirliği ise Utku ve Ayberk ile uzaktan kaleyi yoklayarak tehlikeler yarattı. Oyunun hakimiyetini yavaş yavaş ele geçiren Kırmızı Karalar Haydar’ın da oyuna girmesiyle orta saha üstünlüğünü tamamen yakaladı. 75.dakikada Emre Avcı ikinci sarıdan kırmızı kart ile oyun dışında kalınca oyun adeta yeniden başladı.

Orta alanda yorulan Utku’nun yerine hücum gücü yüksek olan Furkan’ı da oyuna dahil eden Gençlerbirliği geri adım atmadan on kişi ile kontrollü ama baskılı bir oyun oynuyordu. Furkan’ın oyuna girer girmez yaptığı ortaya Atabey kafayı vurdu. Önde olan kaleci topa müdahale edemezken, top direği sıyırarak üstten auta gitti. Atabey bu pozisyon haricinde de hava hakimiyeti ve gücüyle de rakibe zor anlar yaşattı. Gol atamamış olsa da hücumda toplu ve topsuz alanda yaptıkları ile takımımızı katkı sundu.

Bu pozisyonun hemen ardından gelişen atakta Ankaraspor korner kazanırken uzaklaştırılan topu tekrar içeri dolduran Ankaraspor savunması topu savunmanın arkasına düşürdü. O bölgede takımın golcüsü olan Mehmet Yılmaz topu kontrol etti ve skoru 1-0’a taşıdı.

Yenilen bu gol Gençlerbirliği'ni daha fazla hücum yapmaya sevk ederken Ankaraspor da skoru korumak için tamamen geri çekildi. Bu sırada maç boyu tartışmalı kararlara imza atan hakem, Gençlerbirliği teknik direktörü Veyis Kanber’i de tribünlere gönderdi.  

Gençlerbirliği 89.dakikada oyuna golün hemen ardından giren Reha ile atak buldu. Reha soldan yaptığı bindirme ile dip çizgiden ceza alanı içine çıkardı. Penaltı noktasından İrfancan vurdu, çizgiden çıkardılar. Ardından oluşan karambolde bir şut daha geldi ama savunmalarıyla uzaklaştırmayı başardılar. Uzaklaştıkları yerde pozisyonun başlangıcında yer alan Reha atağı sürüklerken ceza alanı dip çizgisinde kendisine faul yapıldı.

Topun başına yine Reha geldi. Reha içeride arkadaşlarına yaptığı el işareti ile yönlendirmenin ardından topu içeri yollarken top Eren’e kadar geldi. Eren ise arka direkte güzel bir vuruşla bu maçın böyle bitmeyeceğini ilan eden golü attı.

Bu gol tribünleri yeniden harekete geçirirken tüm tribünler uzun süre “Haydi Gençler” tezahüratlarıyla yeniden tezahüratlarını arttırdı.

Maç uzatmalara giderken, uzatmaların ilk dakikasında Furkan karşı karşıya pozisyonda mutlak gol pozisyonundan yararlanamadı. İki tarafta da yorgunluğun üst seviyeler çıktığı gözlenirken, iki ekip de atak yapmakta zorlandı. 117.dakikada ise maç boyunca hakemi azarlar gibi konuşan, itiraz eden Ankarasporlu oyunculara hakem ilk kez itirazdan dolayı kart gösterdi. Bu kart Sedat’ın ikinci sarı kartı olunca maçın bitimine yakın iki ekip de on kişi olarak sahada kaldı.

Kalan son 3 dakikada da gol sesi çıkmayınca maç penaltılara gitti. Gençlerbirliği adına ilk penaltıyı,120 dakika boyunca yorgunluk emaresi göstermeyen Berat kullandı ve gole çevirdi. İkinci penaltıcı Veli ve üçüncü penaltıcı Haydar penaltıları gole çeviremeyince penaltılar Ankaraspor lehine 4-1 tamamlanıyordu. 

Maç sonunda büyük hüzün yaşayan Gençlerbirlikli oyuncular, madalyalarını aldıktan sonra soyunma odasına giderken tribünlerde Kırmızı Karaları alkışladılar ve  “Güzel, temiz  futbolunuzu, efendi oyuncularınızı unutmayacağız” diyerek uğurladılar takımı…

Maç boyunca öz verili mücadeleden vazgeçmeyen oyuncular üzüntülerini anlatacak kelimeler bulamazken bir çoğunun ortak görüşü “Çok yorulduk ama 10 kişi kalınca, buraya kadar geldik yorulamayız diyerek yorgunluğumuzu, ağrılarımızı, her şeyi unuttuk. “ oldu.

Fethiye’den bir kupa ile dönemedi bu takım belki ama başarılı bir jenerasyonun verdiği ümit ve Fethiye halkının Gençlerbirliği’ne karşı artan sempatisi ile dönüldü...

14 Mayıs 2013 Salı

Fuat Çapa'dan Veda...


Gençlerbirliği Teknik Direktörü Fuat Çapa, kulübün resmi internet sitesi olan www.genclerbirligi.org.tr 'den taraftarlara iki yılın değerlendirmesini yaptığı bir veda konuşması yaptı:

Saygı değer Başkanımız İlhan Cavcav,Yönetim Kurulu ve Gençlerbirliği taraftarı,

Sizinle iki yıldır yapmış olduğumuz kader ortaklığının sonuna geldik. Bunlar profesyonel yaşamın her alanında olan ve anlayışla karşılanması gereken hadiselerdir. Kimi zaman kulübün gelecek planı teknik direktöre, kimi zaman da teknik direktörün gelecek hesabı kulübe uymayabilir. Bunlar gayet doğaldır. Biz de aile içinde böyle bir fikir ayrılığına düştük ve çok sevdiğim, ilk göz ağrım dediğim Gençlerbirliği’nden kulübümüzle yaptığımız uzun değerlendirmeler sonucunda ayrılmaya karar verdim.

Özellikle bu iki yıllık süreçte gerek taraftarımız gerekse yönetimimizle çok güzel günler yaşadık. Başkanımız İlhan Cavcav’ın bize sunmuş olduğu çalışma ortamının yanında verdiği destekleri unutamam. Türk futbolu için büyük bir değer olan Başkanımız İlhan Cavcav gibi hem futbolu hem yöneticiliği çok iyi bilen biri ile çalışmak beni son derece mutlu etti.

İlk olarak taraftarlarımızla gerçekleştirdiğimiz toplantılarla karşılıklı fikir alış verişinde bulunduk. Sizlerle bağımı koparmamak adına da bu toplantıların olmadığı dönemlerde sosyal medyada iletişimi kesmemeye çalıştım. Çünkü Gençlerbirliği hepimizindi ve bu birlikteliği de büyük oranda sağladığımızı düşünüyorum.

İlk geldiğim günlerde kulübün içinde bulunduğu süreçten dolayı zor günler geçireceği iddia edilse de ekibimize güvendik ve ekibimizle azımsanmayacak sonuçlar elde ettik. Takımımızın ilk on birine yerleştirdiğimiz oyuncuların sezon sonunda farklı kulüpler tarafından bonservis bedelleri ödenerek alınması da ekibimizin başarısını gösteriyor. Aldığımız 49 puan , averajla bizi Avrupa Kupaları Play Off mücadelesinin  dışında bırakırken normal sezonu 9.tamamladık. Üzerimizde yer alan 5.takımın 50, 6-7 ve 8.takımın da 49 puanda sezonu tamamlaması tablodaki yerimiz açısından herkesi fikir sahibi yapabilir.

Bu sezona da belirtmiş olduğum gibi on birimizden oyuncular kaybederek başladık. Tum-Soner ve Yasin 27 gol atmıştı ve bu sezon onların ayrılması demek gol gücümüzün %60’ını kaybetmek demekti. Hazırlık döneminde ilk işimiz bu isimlerin yerini doldurmaya çalışmak oldu. 7-8 tane oyuncu transfer ettik. Ligin ilk bölümünde üst sıralarda kalarak iyi bir tablo sergiledik. Sonrasında kısa süreli bir düşüş yaşadık ama tekrar toparlanmayı bildik. Bunu da geçirdiğimiz olumlu ve başarılı hazırlık döneminin sonucu olarak görüyorum.

İlk yarı sonunda ekip olarak hücumda zayıf olduğumuzu düşündüğümüz için de şu anda tüm Gençlerbirliklilerin büyük bir hayranlıkla izlediği Björn’ü takıma kazandırdık. Bildiğim bir isim olduğu için ona güvenim tamdı. O da bu güvenimi boşa çıkarmayarak hem takımımızın vazgeçilmezi hem de tribünlerin sevgilisi oldu. Nokta transfer olarak sayabileceğimiz ligdeki birkaç isimden biri olan Björn, hücumdaki bu açığımızı büyük oranda kapattı.  Benim için onu Ankara’ya ve Gençlerbirliği’ne kazandırmak da ayrı bir mutluluk oldu.

Sezonun geneline dönecek olursak da daha iyi bir yerde bitirebileceğimiz sezonu kimi zaman şanssız puan kayıpları yaşayarak bu seviyede noktaladık. Kimi zaman takım olarak atladığımız detaylar, kimi zaman o detaylarda etkili olan hakem kararları ile bugüne kadar geldik.

Hedefimiz geçtiğimiz sezon yakaladığımız puan ve sıralamanın bir adım da olsa yukarısında olmaktı. 49 artı puanı hedef olarak önümüze koyduk fakat ligin aldığı seyir geçen yıldan çok farklı olduğu için geçen yılın 49 puanı bu yılın 55 puanına tekabül ediyor. Ve koyduğumuz hedefi matematiksel olarak yakalayamamış gözüksek de bence o hedefi yakaladık.

Kulübümüzü genel olarak değerlendirdiğimde ise ; Gençlerbirliği kulüp yapısı olarak alt yapıya verdiği önem ile ülke çapında büyük bir örnek oluşturuyor. Türkiye ligleri için bir futbolcu fabrikasına benzeyen bu yapının başarısına bakmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. En basitinden A2 takımımızın ve daha alt yaş gruplarındaki takımlarımızın başarıları buna çok güzel kanıtlar… Alt yaş gruplarında hedefi şampiyonluktan başka bir şey olmayan bir kulüp yapısından söz ediyoruz.

Yine A takımımıza bu takımlarımızdan taşıdığımız oyuncularımız oldu. İlk sezonumda kupa maçlarında şans verdiğimiz genç oyuncularımız oldu. Yine bu sezon A takımımızda sürekli şekilde şans bulmaya başlayan Ahmet Çalık, U20 Milli Takımının kaptanı Artun yine U20 takımının sürekli oyuncularından İlkay kulüp olarak kazandığımız ve Türk sporuna kazandırdığımız oyunculardan sadece bir kaçı… Mesela Ahmet U15 takımımız şampiyon olurken kaptan olarak şampiyonluk kürsüsünde yer alıyordu. Yine Artun çok küçük yaşlardan itibaren hem kulübümüzde hem milli takımlarda kaptanlık -liderlik yapıyor. Gelecek yıllar da bu isimleri çok daha sık duyacağız! Ancak bu isimlere şans verebilmek için kadro olarak da belli bir istikrarı yakalamak gerekiyor. Maalesef 7-8 transferle başlamak zorunda olduğumuz bir sezonda çok da kolay olmuyor . Ülke olarak her şey olup bittiğinde kimse bunları, alt yapıdan takıma çıkardığımız oyuncuları değil skorları ve sonuçları konuşuyor. Bu da bir başka üzücü nokta ve ülkede teknik direktörlerin elini kolunu bağlayan bir başka konu…

Tüm bu süreçte taraftarımızın her geçen gün artan desteği ve gücünü inkar edemem. İlk geldiğim günlerde 2-3 bin civarında bir maraton tribünü doluluğu önünde oynarken, bu sene bu ortalamayı 7-8 bine çıkardık. Kültür olarak farklı bir kültürü temsil eden Gençlerbirliği taraftarı ülkemiz içinde olumlu bir örneği temsil ediyor.Ben Gençlerbirliklilerin sayısının bundan sonra da giderek artacağını düşünüyorum.

Son olarak Ankara’nın bendeki önemini belirtmek isterim. İlk geldiğim günlerde Belçika’yı çok özlüyordum. Ama zamanla bu öyle bir hal aldı ki izinlerimde Belçika’ya gittiğimde Ankara’yı özlemeye başladığımı hissettim. Bunda Gençlerbirliği’nin büyük bir payı var ama sadece Gençlerbirliği olarak da kısıtlayamam. Burada dostluklarım ve oluşan arkadaşlıklarım var. İlk görev yerim yani ilk göz ağrım…Bunun verdiği yoğun bir duygusallık var… Gençlerbirliği kulübü ve taraftarlarını olduğu gibi Ankara’yı da hiç unutmayacağım…

Bana bu iki yıllık süreçte yardımcı olan başta Sayın İlhan Cavcav’a , yönetim kurulumuza, kulüp çalışanlarımıza; tribünde desteğini hiç esirgemeyen taraftarlarımıza ve saha içinde-dışında kader ortaklığı yaptığım teknik ekibim ve oyuncularıma her şey için çok teşekkür ediyorum. 

25 Nisan 2013 Perşembe

Röportaj | Zonguldakspor ve Travmalar

Zonguldakspor-Adliyespor maçının yankıları basında durulmuş gibi gözükse de Zonguldaklıların belki de çok uzun yıllar unutamayacağı bir travma olarak hafızalarında yer etti. Zonguldaklıların yabancı olmadığı bu travma durumunu kendisi Zonguldaklı ve iyi birZonguldakspor taraftarı olan Mehmet Atilla Güler ile konuştuk. Mehmet Atilla Güler, Gazi Üniversite'sinde halen Araştırma Görevlisi ve Sosyal Politika , Küreselleşme ve Sosyal Dışlanma alanlarına da oldukça hakim. Kendisiyle Zonguldakspor ile ilgili yazdığı bir yazı üzerine tanıştık. Ve mail yoluyla böyle bir söyleşi gerçekleştirdik...

(1996-1997 sezonunda PlayOff yarı finali oynayan takım)

Travmalar… Onlardan başlayalım önce. Benim travmam çok küçük olmama rağmen hükmen yenilgiye dönüşen Adıyaman maçı. O travma sürecini anlatabilir misiniz önce?

Seninle benzer şekilde Zonguldak’ta tüm bir nesil futbol konusunda ilk travmasını Adıyamanspor maçı ile yaşadı. Tramvaya gelmeden önce o sezonun ruhunu biraz anlatmak gerektiğini düşünüyorum. Statüyü tam olarak hatırlamıyorum ama sanıyorum önce grup maçları oynanıyor, daha sonra ise gruplarda üst sıraları alan takımlar play-off’a kalıyordu. Biz o yılın ve neredeyse 90’ların ikinci yarısının tamamının 2.ligteki daimi favorisi Kartalspor ile çekişiyorduk. Rakibin gücüne rağmen o dönemki kadro Kartalspor ile deplasmanda berabere kalıp içeride 1-0 yenmiştik.
Bence bu galibiyetler aynı zamanda hem takıma hem de kente çok ciddi bir ruh ve inanç aşıladı. Play-off’lar başladığında 1.ligin favorilerinin arasında Zonguldakspor’un da adı geçiyordu artık. İlk maçlarda bunu doğrulayan çok sayıda sonuç alındı. Orta sahada Tümer, ileri de Doğan ve Murat inanılmaz işler yapıyorlardı. Zonguldakspor en “paralı” rakibi Adanaspor’u muhteşem bir atmosferde 2-1 mağlup etmişti örneğin. Önceki yıl alt lige düşen bir diğer favori Kayserispor’u “eze eze” yenmiştik. Ancak Karabükspor maçı işleri değiştirdi.
O günü unutmam gerçekten mümkün değil. Normalde dershane günümdü. Babam pek sıcak bakmazdı dershane yerine maça gitmeme ama Karabükspor maçı için böyle bir tartışma gündeme bile gelmedi. 13:30’daki maç için saat 08.00’de stadın önündeydik. Stat, atmosfer, tribünler her şey harikaydı. Maça da iyi başladık. Doğan boş kaleye kolay bir gol attı. Tümer’in bir frikiği sağ 90’ın biraz üstünden dışarı çıktı. Top ikinci kez Karabükspor kalesine girmeyi reddedince skor da hezimet oldu ve 1-3 kaybettik.
Sonra takım bir anda düşüşe geçti. Öyle ki takım haftalarca maç kazanamadı, Volkan Yayın’ın yerine Hüsnü Özkara göreve getirildi. Kiminle oynadığımızı hatırlamıyorum ama Hüsnü Özkara yönetimindeki ilk maçta 2-2 berabere kalmıştık. Görece bir toparlanma yaşasak da sezonu çok uzun bir süre ilk ikide götüren takım ancak birinci lige terfi maçlarına kalabildi. Ayrıca şunu da belirteyim, son hafta Karabükspor ile deplasmanda oynanan maç kazanılsaydı, Kayserispor’un yerine birinci lige doğrudan Zonguldakspor çıkacaktı. Ancak takım, birinci lige çıkmayı garantilemiş Karabükspor karşısında hiçbir direnç gösteremedi ve 5 gol yedi.
Anlattığım tüm bu gelişmelerin senin bahsettiğin travmaya zemin hazırladığı kanısındayım. Ama yine de kent takıma olan inancını kaybetmedi. Antalya’ya favori olarak giden takım yine Zonguldakspor’du. Terfi maçlarında oynanan tüm rakipleri sezon içinde mağlup eden Zonguldakspor’un bir şekilde birinci lige çıkacağına olan inanç tamdı. Adıyamanspor maçı ile bu inanç oldukça güçlenmişti. Ancak ne yazık ki “birileri” buna izin vermedi.

Peki o maçta bir kasıt ya da kibar tabiriyle “bile bile” yapılmış olma ihtimali sizce ne kadar?

Ben o maçta kesinlikle “bile bile lades” yapıldığını düşünüyorum. Bu düşüncemi Şemsi Denizer’in bizzat yaptığı bir konuşma doğruluyor. Denizer’in öldürüldüğü gece Genel Maden İşçileri Sendikası’nın genel kurulu nedeniyle bir yemek verilmişti. O yemekte yapılan bir konuşmada Zonguldakspor’dan söz açıldığında Denizer’in Adıyamanspor maçında bir yöneticinin yönlendirmesi ve ısrarıyla Erkan’ın oyuna girdiği ve kendisinin bunu çok sonra öğrendiğini söylediğini birinci ağızdan duyduğumu söyleyebilirim. O yöneticinin kim olduğunu biliyorum. Kendisi daha sonra Zonguldak’tan Mersin’e taşınıp orada hayatını kaybetti. O yüzden açıklamayı uygun bulmuyorum.

O maçtan sonra şehirde bir küskünlük oldu mu?

Olmaması düşünülemezdi. Düşünün, bir yıl önce hayalleriniz sonraki sene Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı Zonguldak’ta konuk etmek, onlara sahayı dar etmekken bir de bakıyorsunuz ki çaba gösterdiğiniz her şey elinizden kayıp gitmiş. Bu durum kulübe de taraftara da yansıdı. Takımın yıldızlarının çoğu bedelsiz olarak başka takımlara transfer oldu. O dönemin efsanevi kadrosu dağıldı. Yönetim, biraz popülizm adına biraz da takımı yeniden ayağa kaldırmak için önceki yılın en iyi oyuncularından forvet Tansu’yu transfer etti Kuşadası’ndan. O dönemin en gözde isimlerinden biriydi Tansu. Ama buna rağmen başarı gelmedi. Düşünün, önceki yıl birinci ligin kapısından dönen takım bir yıl sonra dünya karmasına giden ilk Türk futbolcu İsa Ertürk’ün yönetiminde ikinci ligde kaldığı için sevinir hale gelmişti. Sonra Zonguldakspor bir dönem “menajer takımı” furyasına mahkum edildi. Bülent Uygun’un liderliğinde bir “veteran” takımı kuruldu. Bu yeni oluşum takımın gelir-gider dengesi alt üst etti. Yine de bu girişim taraftarı stada yeniden soktu diyebiliriz. O dönemki maçlara (biraz da meraktan) oldukça ilgi gösterildi. Ama sonuç yine hüsran oldu. Bunu herkesin malumu olan düşüşler, Telekom faciasına benzer yükseliş çabaları ve yeniden düşüşler takip etti.


İşçi milli takımı unvanı… Bu unvanın kazanılış süreci ya da artık böyle bir algılanmanın olma süreci nasıl gerçekleşti?

Türkiye’de işçi olmanın tarihinin Zonguldak’ın tarihiyle eş olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkede Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere çalışma yaşamını düzenleyen yasalar bile önce Zonguldak için hazırlanıp Zonguldak için yürürlüğe girmiştir. Elbette tek sebep bu değil işçi milli takımı unvanı için. Ben bu konuda birçok işçi kentinde olmayan ama Zonguldak’ta olan bir havanın da etkili olduğu kanısındayım. Bugün “Fener” olarak adlandırılan bölge bilindiği gibi bir zamanlar Levantenlere ev sahipliği yapıyordu. Çok sayıda spor alanıyla birlikte (tenis, at yarışları vb.) futbol sahaları da Zonguldak’a o dönemden miras kalmış. Büyüklerden, özellikle Fransızların burada haftalık maçlar yaptığını çokça işitmiştim. Tabii bu dönemde gerçek anlamda tek işçi kentinin Zonguldak olması da önemli böyle bir unvanın kendiliğinden ortaya çıkmasına ön ayak oluyor. Çok uzatmayayım. Tüm bu gelişmeler birbirini takip edince önce 1942 yılında Kömürspor adında “mahalli” bir yapı kuruluyor. Bu yapının üzerine ilerleyen dönemlerde yeni taşların koyulması da 1966 yılında Zonguldakspor’u doğuruyor. Bu bakımdan Zonguldakspor, hiç de azımsanmayacak bir tarihe sahip. Ama iş bununla da bitmiyor. Türkiye’de gerçek anlamda bir işçi sınıfının oluştuğu 1970’li yıllarda kentte işçi hareketinin yükselmesine paralel olarak Zonguldakspor da güçleniyor. Bu doğal bir durum aslında. Çünkü Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun her çalışanı aynı zamanda Zonguldakspor’un da bir üyesi. Çalışanların sayısı arttıkça üyeler, üyelerin sayısı arttıkça da gelirler artıyor. Böyle olunca da takım güçleniyor. Bir de kent nüfusunun neredeyse tamamının bir şekilde TTK’na bağlı çalışanlar olduğunu düşündüğümüze takım-kent bütünleşmesi de kendiliğinden gerçekleşmiş oluyor. Bunun yansımaları 1990’daki Büyük Maden Grevi’nde görüldü zaten.


Peki Büyük Madenci Grevi demişken, öyle güçlü bir deneyimin bugüne tezahürü nedir Zonguldakspor adına ya da Zonguldak şehri adına?

Zonguldak’ın ve Zonguldakspor’un gerilemesinde iğne-çuvaldız metaforunda sermayeyle birlikte sendikanın da payını olduğunu söylemek gerek. Bugün büyük bir inançla ve coşkuyla anılan Büyük Maden Grevine rağmen kentte bugün sendikacılığın yerinde yeller esmesinin Zonguldakspor’u etkilemeyeceğini kimse iddia edemez. Özellikle Şemsi Denizer’in bu noktada oldukça iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Herkesin “bizden biri” olarak gördüğü Denizer nasıl oldu da bir anda ülkenin en “zengin” sendikacılarından biri oldu? Bu ilerlemede Ankara yürüyüşünden vazgeçilmesi etkili midir? Bu soruları sormak gerekir. Türkiye’de sendikalar demokrasinin gerilemesinden söz ederken her nedense kendi içlerinde bu gibi sorgulamaları gerçekleştirmiyorlar. Zonguldak’ta sendikacılık öyle bürokratik bir yapıya sahip ki Denizer’in öldürülmesinden sonra çeşitli sıfatlarla sendikada görev alan Denizer’e yakın isimler koltuklarını kaybettikten sonra bir anda kente, sendikaya ve Zonguldakspor’a düşman oldular. Ben işin bu kısmının da değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.

İşçi Milli Takımı kısmına dönersek, işçi diyoruz ama yönetim özel  maden şirketi sahibi kişilerin elinde ve çoğu kez ulusal basın bangır bangır bağırmasa da birçok madenci yaşamını kaybediyor… Bu noktada kimlikle ilgili bir ironi oluştuğunu düşünüyor musunuz?

Bir ironinin olduğu açık. Bu ironinin geçmişini Türkiye’nin “Özallı” yıllarına götürmek gerekir. Özal’ın ve onun “örnek aldığı” Margaret Thatcher’ın sıkça tartışıldığı bugünlerde sorduğun sorunun çok yerinde ve anlamlı olduğunu düşünüyorum. Thatcher gibi Özal da ilk olarak yerli sermayenin desteğini almak suretiyle değerli maden kaynaklarının özelleştirilmesini hedeflemişti. Türkiye’de maden deyince akla gelen ilk yer Zonguldak’tı. 1980’lerin ortalarında bu konuda ilk girişimler yapıldı. O dönem darbe yönetimi tarafından çıkarılan kanunların da etkisiyle kısmi özelleştirmeler gerçekleştirildi. Uygulanan kanunların grevi yasaklaması ve imzalanacak toplu iş sözleşmelerini kamu erkinin keyfi kararlarına bağımlı kılması bu süreçte Özal’ın en büyük destekçileri olmuştu. Ancak zaman geçtikçe kent konuyu yavaş yavaş anlamaya, kavramaya başladı ve bugün herkesin malumu olan Büyük Maden Grevi gerçekleştirildi. Grevle birlikte kentin simge adamı haline gelen Şemsi Denizer önce sendika içerisinde yükseldi, sonra da Zonguldakspor’un başına geçti. Bu durum “işçi milli takımı” unvanını güçlendirdi.
Sonra görüldü ki, grevle birlikte elde edilen “kazanımların” aslında hiçbir anlamı yokmuş! Ve Zonguldak kenti çoktan özel sermayeye kapılarını açmış. İşte bu kapıların açılması ve uygulanan ekonomi politikaları nedeniyle kamu sektörüne yatırım yapılmaması her geçen yıl daha fazla madencinin ölmesine neden oldu. Bir örnek vereyim; 2008 yılında Zonguldak ile ilgili yaptığım bir tebliğ çalışmasında şunu öğrendim; Kozlu’daki maden ocaklarında 1978 yılından kalma gaz analiz setleri kullanılıyormuş ve 1992 yılındaki “faciaya” rağmen bu setler yenilenmemiş. Düşünün gelinen durumu.
Kamuda durum bu iken yukarıda belirttiğim gibi kentin kollarını özel sektöre açması yeni zenginlerin de palazlanması sonucunu doğurdu. Tabii birçok özel sektör işletmesinde olduğu gibi Zonguldak’ta da bu yeni zenginler elde edecekleri bir kuruş daha fazla karı bir işçinin canından daha değerli gördükleri için senin de bahsettiğin iş kazaları arttı ve günlük yaşamın “olağan” bir parçası olarak görülmeye başlandı.

Halk bu unvana sahip olmanın gururunu yaşarken, bu olanlara karşı ufak da olsa bir tepki duyuyor mu?

Halkın Zonguldak’da madencilik alanında yaşananlara karşı tepki duyduğunu düşünmüyorum.
Öncelikle kent-futbol takımı bağlamında bir örnek vereyim; röportajın başında konuştuğumuz o büyük travmanın yaşandığı yıllarda Zonguldakspor’un tribün liderlerinin önemli bir kısmı eğitimlerine büyük kentlerdeki üniversitelerde devam eden kişilerden oluşmaktaydı. Bunların içerisinden benim de tanıdığım ve “ağabey” olarak bildiğim çok sayıda insan var. Bu insanlar sırf Zonguldakspor için iki haftada bir memleketlerine gelirlerdi. Aralarında bu nedenle eğitimlerini uzatmış bir sürü insan dahi vardı. Ve neredeyse hepsinin ortak noktası ebeveynlerinin TTK’nda yahut benzeri kurumlarda çalışmasıydı. Yani insanlar sadece kentlerine, takımlarına değil, bir anlamda ailelerine, geçmişlerine ve geleceklerine sahip çıkmak için geliyorlardı Zonguldak’a. Ancak o malum travma bu yapıyı değiştirdi. Takip eden süreçte Zonguldakspor tribünlerini apolitik, kentin kimliğinden uzaklaşmış, tek dertleri Gazipaşa caddesinde kırmızı-lacivert atkılarla dolaşmak olan kişiler yönlendirmeye başladılar.
Aynı süreçte, özendirici emeklilik, toplu işten çıkarmalar vb. aracılığıyla 1990’larda 60.000’ler civarında olan işçi sayısı 20.000’in altına düşürüldü. Bu durum Zonguldak’ı en fazla göç veren kentlerden biri haline getirdi ve geçmişte; kentine, takımına sahip çıkan insanlar memleketlerini arkalarında bırakıp gittiler. İşçi kenti Zonguldak yerini yeni bir kompozisyona bırakırken Zonguldakspor da işçi milli takımı statüsünden iş yaratılamayan, iş olmayan ve iş bulunmayan bir kentin takımı olma yolunda evrim sürecine girdi. İşte bu süreçte daha önce sözünü ettiğim yeni zenginler devreye girdiler ve Zonguldakspor’u kendi “işleri” için bir araç olarak kullanmaya başladılar. Bunda başarılı da oldular.

Gelelim bugüne… Aslında iş çok kolaylaşmıştı… Bu iş oluyor galiba dediğimiz anda Bartın maçıyla beraber bir düşüş başladı. Ama her şeye rağmen Adliye maçından herkes emindi. Adliye maçına kadar olan 2 haftalık süreç nasıl gelişti? Yine bir art niyet olma ihtimali var mı?

Güncel gelişmeler ile ilgili olarak bir komplo teorisi yazamam. Ama bana göre bu takımın şampiyonluğu kaybetmesinde dışarıdan değil içeriden birilerinin mutlaka dahli var. Kendisini kentin ve takımın sahibi olarak gören çevreler takımın şampiyon olmamasını “uygun görmüş” olabilirler.


Son travma… Adliye maçında ne oldu, nasıl oldu da şampiyonluk gitti?

Açıkçası bu son durumun bir mantık çerçevesinde açıklanabileceğini düşünmüyorum. Daha doğrusu ben açıklayamıyorum. Son dört haftaya açık ara farkla giriyorsunuz, iki kez şampiyonluğu garantileyebileceğiniz maçlara çıkıyorsunuz. Ligin son haftasında ikinci sırada bulunan rakibinizi kendi sahanızda konuk ediyorsunuz. Rakip daha kente gelirken baskı altına alınıyor. 20.000 kişi tribünde, 10.000’den fazla kişi stadın etrafında maçı izliyor. Öne geçiyorsunuz. Ama son dört dakikada yediğiniz iki golle rakibinizi şampiyon yapıyorsunuz. Gerçekten bu yaşananları açıklama gücüne ve yeteneğine sahip olduğumu düşünmüyorum.

Peki bu travmanın atlatılması ne kadar sürer?  Ya da atlatılır mı? 96-97’yi hala hatırlıyoruz…

Ne yazık ki ben Zonguldakspor’un bundan sonra Göztepe örneğinde olduğu gibi bir “satın alma” yolu kullanılmadıkça yeniden dirilebileceğini zannetmiyorum. Böyle bir şey olursa da takım ve kent zaten uzaklaştığı “işçi milli takımı” kimliğine bir daha asla bürünemez.

İşçi takımı unvanı ve “patronlar”… Bu ikisinin bir arada olamayacak oluşu mu bir engel acaba?

Bu soruya şöyle yanıt vereyim; bir gün önce işlettiği veya işlettirdiği “kaçak” maden ocağında yaşanan göçük veya patlama nedeniyle bir veya daha fazla sayıda işçinin ölümünden, kadınların eşsiz, çocukların babasız kalmasından sorumlu olan insanlar bir gün sonra “şeref” tribününde Zonguldakspor’un bir madencinin arkasından sahaya çıkmasını alkışlayabiliyorlar. Bu noktada ben bir soru sorayım; sence bir çelişki yok mu?

Çözümü ne peki? Mesela Karabük’te de bir sendika destek oluyor takıma? Sendikanın rengi önemli burada, amiyane tabirle sarı ya da kızıl gibi?

Karabükspor meydanı boş bolunca işçi milli takımı unvanını hak etmediği bir şekilde ele geçirdi ne yazık ki. Burada sendikanın sarı, veya sarımtırak olmasının da etkisi büyük! İşçileri için mücadele vermeyen bir sendika Karabükspor’a “sponsor” olabiliyor yani! Bu noktada çok fazla nesnel olamayacağım için şunu söyleyerek yorumu okuyuculara bırakmak istiyorum: 1990 Büyük Maden Grevi’nde Türkiye’de her sektörden işçiler madencilerle kucaklaşırken destek vermeyen yerlerin başında Kardemir işçileri geliyordu. Sanırım yanıtım yeterince açık olmuştur.

Son olarak da gelecek ile ilgili ne düşünüyorsunuz Zonguldak şehri ve futbolu için? 

Zonguldak’ı gerçekten çok sevdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum bu son sorunun yanıtına. Son 10 yılda çok uzun bir süre İzmir’de, kısa sayılmayacak sürelerde İstanbul’da ve 3 yıl da Ankara’da yaşadım. Türkiye’nin üç büyük kentinde de yaşadım anlayacağın. Ama hiçbir yer tutmuyor Zonguldak’ın yerini. Öyle basit bir memleket sevgisi değil bu. Zonguldaklı olanlar, Zonguldak’ı yanlarında her yere götürmek isterler. Şu anda bu röportajı yanıtladığım işyerimdeki masamda iki tane madenci heykeli var örneğin. Ben, sevdiğim insanlara ilk olarak madenci heykeli hediye etmeye çalışan biriyim. Evimin her tarafında Zonguldak’ı, Zonguldakspor’u anlatan kitaplar, bayraklar, heykeller vs. mevcut. Ama tüm bu sevgime karşın Zonguldak için bir gelecek olduğunu düşünmüyorum. Şöyle örnekleyeyim; acaba kaç kişi çocukluk ve gençlik yıllarında bu kadar çok arkadaşının (dolayısıyla da ailenin) başka yerlere taşındığına tanık olmuştur? Biz 1980’li ve 1990’lı yılların Zonguldaklıları çok yaşadık bu durumu. Madencilik bittikçe kent bitti. Kent bittikçe insanlar gitti ve Zonguldak bugünkü haline geldi. Ortaokul ve lise döneminden görüştüğüm arkadaşlarımın hiçbiri Zonguldak’ta yaşamıyor bugün. Kent, bayram ve cenaze dönemlerinde buluşulan bir yer halini aldı. Ben bir gencin, özellikle de yükseköğrenim alanların kendilerine Zonguldak’ta bir gelecek çizebileceklerine ihtimal veremiyorum. Elbette tüm bu olumsuzluklar Zonguldakspor’u da etkiliyor. Daha önce belirttiğim gibi bir ihtimal Zonguldakspor başka takımlardan evrilerek yeniden Türk futbol hayatındaki yerini alabilir. Ancak bunun geçmiş dönemle uyumlu olacağını asla söyleyemem.


22 Nisan 2013 Pazartesi

Ahmet Çalık Kimdir?

Fenerbahçe maçının kadrosu açıklandığında bir çok kişinini kendi kendine sorduğu bir soruydu bu... Lafa geldiğinde "alt yapı önemli, alt yapıdan oyuncular oynasın" diyen bir topluluğun ligin alt yapısından yetişen oyunculara körlüğü kibarca "tutarsızlıkla" adlandırılabilir. Rakip takımların alt yapı oyuncularını bilemeyebilirsiniz ama en azından kendi takımınızdaki oyunculara bile bu kadar kör olmak öyle kolay açıklanabilecek bir durum değil.

Ahmet Çalık, 2005 yılında filiz lisansı Gençlerbirliği'nde çıkmış ve yıllardır da kademe kademe Gençlerbirliği alt yaş gruplarında başarılı performansıyla gelecek vadeden bir savunmacı olarak tanımlanabilir. "Biz nereden bilelim Gençlerbirliği alt yapısını" diyenlere de milli takım seviyesinde U16 itibariyle katıldığını ve halen U19 ve U20 takımlarında forma giydiğini söyleyelim.

Geçtiğimiz sezon Türkiye Kupası'nda bir kaç kez forma şansı bulan Ahmet, Süper Lig kariyerine Fenerbahçe maçı ile başladı. Bu sezon zaman zaman ilk 18'e giren Ahmet, dönem dönem şu anda Final Grubunda liderlik mücadelesi veren Gençlerbirliği A2 takımında da forma giyiyor.

En büyük artısı hava toplarındaki başarılı zamanlaması olan Ahmet, kendinden uzun forvetlere karşı da son derece başarılı oluyor bu konuda. Ayaklarına hakimiyeti de klasik bir stopere göre son derece iyi ve geriden oyun kurma konusunda pek sıkıntı yaşamıyor. Fenerbahçe maçında bu özelliğini pek göstermese de A2 maçlarında geriden oyun kurabilen ve takımı yönlendiren bir rol üstleniyor. Fiziği de her geçen gün daha da güçlenen Ahmet, kolay kolay yıkılmayan bir oyuncu.

Milli takımlarda düzenli olarak şans bulan genç oyuncu, muhtemeldir ki yazın da U20 Dünya Kupası'nda kendisini izlettirebilir. Ahmet Çalık, bu geceki performansıyla futbolcu yetiştirme konusunda bir fabrika gibi olan Gençlerbirliği'nin sadece görünen küçük bir yüzü konumunda. Aşağıdan bir çok isimde gelmeye devam ediyor. Mesela Selahattin geliyor, sağ bekin Tosic'i olma konusunda emin adımlarla ilerleyerek... Sol bekte de Berat Aydoğdu her gün üstüne koyarak, kendini geliştirerek A takıma göz kırpıyor.

Yine stoperlerden müthiş bir ikili olan Veli Ortakcı ile Eren Tokat geliyor... Orta sahada Xavi'nin Türkiye'ye uyarlanmış versiyonu dediğim Utku İnce geliyor. Hücumda İngiliz takımlarını şimdiden peşinden koşturan Atabey Çiçek ve Ayberk, arkalarında maestro görevi üstlenen İrfancan...

Ve A2 takımında bu gençlerin arkadaşları ile diğer yaş gruplarından bir çok yıldız Beştepe'de yetişiyor. Şimdi Ahmet Çalık, kısa süre sonra diğerleri...