29 Kasım 2012 Perşembe

Arjantin'de Sınıf Savaşları


Ezeli rekabetlerde bir çok otoritenin ilk sıraya yazdığı karşılaşma şüphesiz ki Boca Juniors-River Plate rekabetidir. Rekabetin temeli sınıfsal ayrılıklardır. Bir yanda İngilizlerin temelini attığı 1901’de yoksul bir semtte kurulan ve ilk fırsatta kulübünü ve merkezini zengin bir muhite taşıyan River diğer tarafta 1905 yılında 3 İngiliz ve 2 İtalyan göçmen işçi tarafından kurulan Boca Juniors…

River Plate Siyah-Beyaz-Kırmızı renkleri formasında taşırken Boca’lılar önceleri Siyah-Beyaz kullanmış fakat kendi bölgelerinde sıklıkla maç yaptıkları bir İngiliz takımıyla karşılaştıklarında sıkıntı yaşadıkları için bunu bir iddia ile sonuca bağlamışlardır. İddia bellidir, kaybeden rengini o sahaya bırakarak oradan ayrılacaktır. Kaybeden Boca olur ve Siyah-beyaz renklere veda eder. Sonrasında kararsızlık farklı bir çözüm yoluna iter onları , limana giderler ve ilk gelecek geminin bayrağı hangi renk ise o rengi kulüplerine vereceklerdir. Ve gelen ilk gemi İsveç bandıralıdır. Renkler o günlerden bugünlere sarı lacivert olarak gelmiştir.
                                   

Bu hikayede halkı temsil etme işi kuruluş sürecinden de anlaşılacağı gibi Boca kısmının işi olurken tam da bu nedenler River tarafının Boca Juniors ‘a nefret ve üstten bakma gibi duygularına sebep oluşturuyordu.  Boca’lılar River tarafına mahallelerini bırakıp zengin Nunez semtine taşındığı için “Korkak Tavuk” derken River’lılar da Boca tarafına statlarının yakınından geçen derenin kokusundan ötürü ve stat yakınlarındaki bir domuz çiftliğinden ilhamla “Leş Kokulular” ya da “Domuzlar” diye hitap eder.  Taraftarlarla ilgili bir küçük bilgi de şu anda hali hazırda Arjantinlilerin %75’i bu iki kulüpten birini tutuyor.

Zenginler ve Halk mücadelesine dönen bu mücadele aynı zamanda tarihin en kanlı mücadelelerine de sahne olmuştur. Riverlılar bu maçları sportif mücadele olarak görür ve Boca tarafı kadar bu maçları ölüm-kalım mücadelesi olarak görmezlerdi. Boca tarafı ise ülkenin zengin çocuklarına sahada da olsa galip gelerek intikam almak istiyorlardı. Bir maçta yüze yakın River taraftarının ölmesini Boca taraftarları düşmandan ölen yüze yakın kişi olarak tarihlerine düşerken 2-0 mağlup bitirdikleri başka bir maçtan sonra çıkan olaylarda  da 2 River taraftarını kurşunlayarak stadın duvarına “Maç 2-2 bitti” yazmışlardı. Yine bir Boca taraftarı ölüm döşeğindeyken vasiyet olarak şunu söylüyordu yakınlarına; “Öldüğümde benim tabutumu River bayrağına sarın, River bayrağına sarın ki bizimkiler düşmandan biri ölmüş desinler”
                                     (Boca'da sınıf çatışmasını anlatan net bir fotoğraf)

Bu nefret sınıf kini olarak adlandırılabilecek olsa da holiganizmin ucu kaçırılmış demek daha doğru olur. Tribündeki şiddet ortamı sahaya da gerilim ve sert futbol olarak geri dönüyordu. Kartların gollerden daha çok konuşulduğu maçlar büyük yıldızları da futbol sahnesine kazandırmıştı. Boca Maradona gibi bir halk kahramanı futbol ilahının yanına Palermo, Carlos Tevez, Riquelme gibi yıldızları ekleyerek  futbol sahnesine kazandırırken River Plate ise Aimar, Falcao, Saviola gibi yıldızları yetiştirdiği gibi bir başka efsane Di Stefano’yu Avrupa’ya gönderiyordu.

Şu an iki takımda ligde eskisi kadar söz sahibi değiller, Latin Amerika’da her şey gibi futbol da alt üst olmuş durumda.  Velez,Estudiantes, Newells gibi takımlar da artık en az onlar kadar zirve müdavimi oldular. Tek farkları onlar kadar büyük bir geçmişe köklü bir güce sahip değiller. Son olarak River geçtiğimiz yıl İkinci Lige düşmüş bu sene tekrar geri çıkmıştı. İkinci Lig’te olmaları o eski şaşalı paralı pullu dönemlerin de bittiğini gösterse de hala güçlü bir aristokrasi var arkalarında ve Boca hala halkın takımı hüviyetinde mücadelesini sürdürüyor. 

25 Kasım 2012 Pazar

Brezilya Dünya Kupası Başlamadan Kaybetti


Malum 2014 Dünya Kupasına bu işin erbaplarından Brezilya ev sahipliği yapacak. Futbolu golften ya da bir başka spordan ayıran özellik olarak en kolay ulaşılabilecek spor dalı diye biliyoruz. Kimi zaman bir pet şişeyi kimi zaman bir kola kutusunu hatta kimi zaman bir taşı bile top niyetine kullanıp oynamayanımız yoktur herhalde. Brezilya’da da durum bundan farklı değil. Pele, Socrates, Zico, Romario, Ronaldo, Rivaldo gibi masal kahramanları da Brezilya ile başarılar kazanırken hamurlarında bu görüntülerin izi vardı muhakkak! Futbolun beşiği İngiltere diye genel geçer bir kanı vardır, buna Brezilya’yı da katabilmek adına çoğu kişi bizdeki “doğduğun yer değil doyduğun yer” kavramının benzerlerini iliştiripBrezilya’nın da hakkını vermeyi yeğler.
Doğrudur Brezilya hep bir varmış bir yokmuş ile başlayan masallar gibi kadrolarla arzı endam ediyordu tüm Avrupa’nın gözleri önüne. Futbol algısı ve endüstrisi Orta Avrupa üzerine kurulu olunca Amerika kıtasının çocukları sadece kendilerini dünya kupalarıyla gösterebiliyordu merkeze! Çoğu belki de Avrupa’nın dört bir yanına yayılmıştı ama onlar ancak bir yap bozun tamamlayıcıları gibi  bir aradayken çok daha şık ve tam duruyorlardı o sarı formanın altında!
Kendi evlerinde kuracakları yap bozları şimdiden  kıta rakiplerini ve fiyakalı Avrupalıları düşündürmeye başladı bile. En az Brezilya Milli Takımı kadar birilerini daha yakından ilgilendiriyor bu dünya kupası. Onlar için de ölüm kalım mücadelesi şeklinde geçen bir dönem olacak. Ve onların mücadelesi yaklaşık birkaç yıldır devam ediyor ve muhtemelen dünya kupasının ilk düdüğünün çalacağı akşama kadar da devam edecek. Sonrası için çok geç zaten. Bahsettiğim Brezilyalılar Porto Alegreli yoksul halk ve bir takım orta sınıf ahalisi…
Dünya kupasındaki bazı statların en rahat tribün koltukları onların oturma odalarına yapılıyor, yayıncı kuruluşların yayın odaları tv sehpalarının üzerine kuruluyor, stat kantinleri mutfaklara, statların pisuvarları da evlerin tuvaletlerinin tam üstüne yapılıyor. Porto Alegre başta olmak üzere Brezilya’da büyük bir kentsel dönüşüm var ve insanlar evlerinden “devlet politikaları” gereğince uzaklaştırılıyor. Birkaç yıldır artan protesto gösterileri ve planlar pek etkili olmuşa benzemiyor. Ki bunun bir benzerini de Ukrayna’da çevre kirliliği yaratan(!) sokak  köpeklerinin yakılarak itlaf edilmesi sonucu Avrupa Şampiyonası’nda da yaşamıştık. “Büyük” organizasyonlar böyle “küçük” şeylere tahammül edemiyor. Brezilyalıların derme çatma gece kondu vari evleri gibi yani!
Rio’da da durum farklı değil. Şu anki Brezilya devletinin eylem planları arasında hazırlık projesi olarak; futbol mabedi Maracana’nın özelleştirilmesi , Brezilya’nın yoksulların gidebileceği en iyi devlet okullarından birinin yıkılması ve Yerlilere ait ilk müzenin yıkılarak otopark yapılması var. Öğretmenler, öğrenciler, futbolseverler ve Yerliler hemen hemen her gün protesto eylemleri gerçekleştiriyorlar, imza topluyorlar ve ne büyük bir ironidir ki o imzalarla çaresizce devleti devlete şikayet ediyorlar. Bu arada unutmadan işçi güvenliğinin ikinci planda olduğu gerekçesiyle  işçiler de büyük çaplı bir grev gerçekleştirdi yakın zaman önce…
Bu toplantılardan birine şahitlik eden Türkiyelilerden Metin Yeğin anlatıyordu, o toplantılarda konuyu futbolculara açmaktan bahsedildi ve herkes ortak bir isimde Maradona’ya ulaşmanın en doğru fikir olacağını söylediler diyordu. “Kimse Pele’den bahsetmedi bile. Onlara göre Pele hep futbol egemenlerinin yanında yer aldı hep egemenlerin figüranlığını yaptı. Ama Maradonadelikanlı adamdı. Boca’da anlatmışlardı, Buenos Aires’in yoksul mahallesinde…Ne zaman mahallesine gitse yoksullara el uzatır yardım edermiş, Pele ailesine bile bakmadı dediler.” Henüz anlaşılan o ki Maradona’ya da ulaşamamışlar. Ulaşabilseler belki o bir şeyler söylerdi en azından sağ omzundaki dövme hatırına…
Milyarlarla ifade edilen dünya nüfusunun dört yılda bir eğlencesine böyle bir ruh haliyle hazırlanmanın futbolun ruhuna verdiği zararı endüstriyel futbolun ekonomistleri kısa vadeli hesaplarında elbet hesaplayamayacak. Ve çıkan sonuç ilerleyen dönemlerde futbol sosyolojisininBrezilya Milli Takımları ile ilgili araştırma konularında ilk sırada yer alacak! Konu basit gelebilir yüzbinlerin itirazının bir ehemmiyeti de olmayabilir milyarlarca kişi karşısında ama yakından bir örnek durumu açıklayacak sanırım; İnönü Stadı bir tüpgaz şirketine devrediliyor gelirlerine onlarca yıl temlik konuluyor , Dolmabahçe Sarayı yıkılıyor oto park yapılıyor ve son olarak da Kabataş Anadolu Lisesi de bu kentsel dönüşüme kurban gidiyor…Peki neden; bir ay sürecek olan bir karnaval bir futbol festivali için! Şehrin ve ülkenin onlarca hatta yüz yıllarca süren emekler sonucunda sahip olabildiği varlıkları kurban ediliyor böylelikle bir ay sürecek müsabakalar için!

2014 Dünya Kupası hangi takımın elleri arasında sahibini bulacak bilinmez ama eğitim, kültür ve tarih alanlarındaki kendi yaşamsal organlarına yaptığı bu harakiri ile Brezilya kaybedenlerin başına adını yazdırıyor. Ne diyordu Savaş Dinçel Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminde “Hayat futbola fena halde benzer. Futbol, şahsi beceri gerektirir; ama aslında toplu oynanan,  insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? İstediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin.” Yani bu olaya uyarlarsak istediğin kadar yetenekli ol arkanda seni destekleyecek bir halk bulamazsan ve kültürüne ihanet ediyorsan kaybedersin!                                                                                   

24 Kasım 2012 Cumartesi

Umut,Futbol,Filistin...


Baştan söylemekte fayda var; bu yemyeşil çim sahaların, meşin yuvarlakların, bol sıfırlı sponsorluk anlaşmalarının yer aldığı bir futbol yazısı değil! Bu başlı başına bir savaşta ayakta kalmaya çalışan halkın futbol umuduna sıkılan kurşunların yazısı…
Futbola dair bir hikaye oluşturmak istersek eminim çoğumuz zaferden çok ümit üzerine kuracaktır tüm senaryoyu. Çünkü zafere aşina olmamış ruhların tek beklentisi umutlarında oluyor, gelecek güzel günlerde oluyor. Nazım Hikmet’in “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler” sözleri de umuda güvenerek  bestelenmedi mi, dillerden dillere dolaşmadı mı zaten? Futbol Brezilya’da yoksal halk çocuklarının sınıf atlama umudu diye adlandırılır iken endüstriyel futbol denilen bela zehrini temiz futbol suyuna şırınga etmeden  önce her kesimde bu böyleydi. Yoksul halkın daha da ötesinde ezilen halkların isyanı olarak göze çarpıyor futbol anlatılan tarih bambaşka bir tarih olsa da futbol adına.
Filistin, katillerin  ceza sahasına dönmüş durumdayken umut adına pek de bir şeyler bulmak mümkün olmuyor. Ambargoyu ve savaş ablukasını on yıllardır üzerinde hisseden Filistin yine de umutlanacak bir şeyler görmek istiyor. Siyasi pazarlıkların iki yüzlülüklerin ötesinde bir umut varsa şüphesiz bu yine Futbol! Futbol adına altın harflerle yazılacak bir tarih yaşayamadılar henüz. Filistin ismini geçtiğimiz yıl Mahmud Sarsak aracılığıyla epey duymuştuk futbol haberlerinde –görmek, duymak isteyenler tabi ki- ! Mahmud Sarsak İsrail polisi tarafından Hamas  militanı olduğu gerekçesiyle göz altına alınmış ve yaklaşık 3 yıl  hapiste kalmıştı. Sarsak, bir müddet açlık grevinde kalmış ve duyarlı kamuoyu baskısına;  Dünya Af Örgütü ve FİFA da eklenince  serbest bırakılmıştı aylar sonra. İsrail polisi ve kamuoyu ona “terörist” damgası yapıştırsa da kendisinin de söylediği gibi bu yaşananların, şüphelerin tek sebebi “Filistinli bir futbolcu” olmasıydı.
Son günlerde yapmacık ateşkes olmadan önce yine yoğun bombardıman altında kalmıştı Filistin! Bu bombalanan noktalardan biri de Filistin Stadyumuydu. En son 2006’da bir kez daha yapmıştı bunu İsrail, o günden bu yana stat için restorasyon çalışmalarıyla geçen dönem bir kez daha bu bombalamayla sekteye uğradı. Peki neden her defasında bu yapılıyor? Bunun psikolojik savaş denen soğuk savaş ürünü bir zehirli meyve olduğu şüphesiz. Sportif faaliyetler insanları bir an bulundukları yerden bağımsız olarak onları mutlu eden, onlara güzellikleri hatırlatan eğlencelerdir. İzlenilen bir maçta tuttuğu takımın attığı gole sevinen adamı “o an” o kadar sevindirecek başka hiçbir şey bulamayabilirsiniz hayatta! Ya da takımının yediği gole üzülen bir adamın üzüntüsünü yine sadece “o an” hiçbir yerde bulamazsınız  kimi zaman!
Bill Shankly “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir.Ondan çok daha önemlidir.” derken bu değişkenlerden bağımsız düşünmüş olamaz. O an ki tutkuyu göz önünde bulundurduğunuzda, borcunu- geçim sıkıntısını  unutan, aşk acısını, kalp sızısını, derdini kederini o sahaya endeksleyen insanları başka türlü düşünmek, kategorize etmek de mümkün değil zaten!
Bombalamanın bir nedeni tam da bu işte! Tüm bu hayattan kopuşu, derdi kederi bir kenara bırakışı yaşatmak istemiyor İsrail, Filistinlilere… Filistin’in kendini anlatabilecek kısıtlı güçlerinden biri olan futbolu da ellerinden almak istiyor. Düşünün ki 35 yıldır bir lig var ve bu lig sadece 7 kez tamamlanabilmiş ama ona rağmen insanlar tribünlere gidiyor o ligin bir gün biteceği takımlarının bir gün uluslararası arenada mücadele edeceği hayaliyle yaşıyor. Ölümler acı elbet, peki ya umuda sıkılan kurşunlar? Futbol bir umutken, ezilen halkların isyanıyken onlara konan hem sportif ambargo hem de fiziksel engeller geleceğin de pek güzel olmayacağının habercisi gibi Filistin’de!
Ama yine ümit de var olmalı… Meşin yuvarlağın peşinde koşan çocukların hep var olacağı gibi! O stat yeniden onarılmaya çalışılacak sahanın ortasındaki 4 dev çukura rağmen, yine orada çocuklar gülecek, insanlar o sahada kaçan bir pozisyon için yine heyecanlanacak, atılan bir gol için yine avazları çıktığı kadar bağıracak ve sevinecek… Yani tüm ezenlere rağmen ezilenlerin umudu hep olacak, futbolları hep olacak! Amma lüks koltuklu modern bir statta amma kalelerin  kaldırım taşlarından kurulu olduğu  savaş yorgunu bir umut sokağında… İşte bu nedenle yine Nazım’ın “umuda kurşun işlemez” sözü de zaten “güzel günler göreceğiz, güneşli günler” sözünün bir başka tamamlayıcısı gibi tüm coğrafyada! 

22 Kasım 2012 Perşembe

Mazisini Arayan Kulüp: AEK



Yunanistan futbol ligini takip etmek imkanlar nedeniyle epey güç. Yayını ülkemizde yok basında yer etmiyor ve ligin kalitesi de kalitesizlikte epey bir seviye kat etmiş durumda. Ama sevdiğiniz bir takım varsa ne yapıp edip o takımı takip etmeye çalışıyorsunuz.
Biz de gönlümüzü Yunanistan'da AEK'e verdik. Sebebi soruluyor genelde, kısa bir cevap olsun öyleyse; AEK İstanbul'dan yazılı olmayan ama toplumsal yaşantının zorlamaları ve zorbalıklarıyla Yunanistan'a gitmek zorunda kalan Rumların kurduğu takımlardan biridir. Pera Club olarak İstanbul'da kurulan takım o ''zorunlu'' göçten sonra İstanbul'da Beyoğluspor adıyla Yunanistan'da da AEK ismiyle yoluna devam etti. İstanbul'u özleyen her şeye rağmen güzel yad eden AEKliler muhalif bir tabana da sahip. Tribünlerde, sokakta daha doğrusu hayatın her alanında muhalif kimliklerinden bir şey kaybetmeden yaşamlarına devam ediyorlar. Yeri geliyor 1 mayıs'ta yeri geliyor stat çıkışlarında polisle çatışıyorlar çoğu zamanda Altın Şafak gibi ırkçı-faşist gruplara karşı Türklerle ve diğer göçmenlerle omuz omuza çatışmalara giriyorlar sokaklarda... Bu ve buna benzer sebepler bizi sarı siyahlı kulübün Türkiye'deki aşıkları olarak seçimimizi yaptırdı.
Türkiye'de olan 3 büyükler kavramının yanlış tesislenişi orada da mevcut. Yani Yunansitan'da da büyükler ve ''Anadolu'' takımları var. Şaka bir yana İzmir'den Panionios ve Apollon Karadeniz'deki Rumların da Apollon Kalamarias  takımları Yunanistan liglerinde boy gösteriyor. Komşudaki 3 büyükler Panathinaikos Olympiakos ve AEK olarak belirlenmiş durumda. Arada PAOK ve Arisde kafa uzatıyor olsa da hegemonya öyle işliyor. AEK  de 11 şampiyonluk yaşamış bir kulüp olarak bu aralar zor günler geçiriyor.
İşin içinde en büyük etken para yetersizliği olarak gözüküyor. Ama bunun başlangıcı aslında 2003 yılında Nikos Goumas stadının terki ile başladı. O parasızlıkla geçen dönemde yeni stat yapma hayaliyle vurulan kazma hala çıkmadı o topraktan ve o tarihten beri kendi stadı yerine Atina Olimpiyat stadında oynuyor AEK! Sonrasında şike skandalına adı karışan Psomiadis faktörünü unutmamak gerekiyor. 1989-1993 ve 2001-2003 yılları arasında başkanlık yapan Psomiadis kulübü pis işlerine bulaştırarak kulüp adıyla sahte faturalar düzenlemiş ve büyük şirketlere AEK'i borçlandırmıştı. Onun da ötesinde bir kaç ay önce derinleştirilen soruşturmadan çıkan acı bir gerçek daha var ki Psomiadis kulüp kasasından 5.5 milyon euro çalıyor ve villa yaptırıyor. Son olarak da şike skandalından sonra şu anda hapiste AEK ve Yunan futboluna yaptıklarının bir kısmının cezasını çekiyor. Son kısımlar hariç aklına Türkiye'den siyah beyazlı bir kulüp gelenler olmuş olabilir hatırlatalım bu olay Yunanistan'da geçiyor. Biliyorsunuz burada hesap sormazlar, bir yanlışınız olduysa hatanız olduysa sizi o yanlış yaptığınız, hata yaptığınız işin en tepesine oturturlar. 
O günlerden bugünlere geçiş de hızlı oldu tabi ki...2003'ten 2012'ye 9 yıl gibi gelse de yavaş yavaş düşen takım grafiği bugünlerin habercisiydi. Bu sezon tüm oyuncular satıldı yine maddi sıkıntılardan dolayı. Yerlerine amatör liglerden ve alt yapıdan oyuncular alındı. Hatta söylenen o ki amatör ligden alınacak bir genç için 5 bin Euro çıkışmayınca o transfer bile yatıyor. Kulüp bu şartlarda sahaya çıkıyor şu anda. Altın günlerin uzağında 11 koca haftada toplanan sadece 8 puan var ve liderle puan farkı 23! Zaten artık liderlik gibi bir iddianın olduğu da yok. Herkes bu dar boğazdan nasıl kurtulunur ya da bu sene düşersek nasıl dönerizin hesabını yapmaya başladı şimdiden. 
Tsartas, Nikolaidis, Rivaldo, Gudjohnsen gibi yıldızlar çok değil yakın dönemde bu kulüpten geçerek iz bırakan isimlerdi şimdi ise gölgeleri dahi edemeyecek oyuncular sahada ayakta kalmaya çalışıyor. İy iniyetliler ama ellerinden gelen sadece bu...
Bu zor günlerde taşın altına elini koyan da yine ''AEK'in Çocuğu'' Demis Nikolaidis oldu. Ama tüm iyi niyetine rağmen onun da elinden pek bir şey gelemeyince o da erken pes etti diyebiliriz. Şimdi Dimitrelos var başkan koltuğunda ve yapması beklenen tek şey biraz daha iyi ''amatörler'' alarak takımı ligde tutmak. Zor gözüküyor hem de çok zor. Ama gönül olsun istiyor, tekrar eski günlerdeki gibi olsun her şey diyor. Tsartas'lı Nikolaidis'li günlerdeki gibi olmasa da ona yakın güzellikleri hak ediyor sarı siyahlılar. AEK ile hislerime tercüman bir söz gerekirse eğer buralardan; Haydi Kalk Ayağa Yürü Güneşe sözünden başka bir söz uyar mı acaba?

21 Kasım 2012 Çarşamba

''Deli Nezihi'' Beykozspor'da...



Fenerbahçe formasıyla bir Galatasarayderbisinde kendi kalesine gol atarak kalecisiSchumacher'e  dönüp ''nasıl attım ama'' diyen maç sonu röportajında da ''hayatım boyunca Schumacher'e gol atmak istedim kısmet bugüneymiş'' cümlesini ekleyen , ilk yarısını Galatasaray'ın 3-0 önde kapattığı sonrasında Fenerbahçe'nin müthiş geri dönüşle 4-3 bitirdiği maçtan sonra 3 avans 4'te biter diyerek bugünlerin sloganını belirleyen , yine bir söylentiye göre Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe'ye gelişinde büyük emeği bulunan futbolcuyu sorsak eminim Fenerbahçeliler haricinde bir çoğumuz direk bir isim veremeyecekti. Fenerbahçe'de başarıyla savunmada ter döken Nezihi Tosuncuk, Deli Nezihi lakabını boşuna almadığını da kanıtlıyordu belki de futbol sahnesindeki bunca anısıyla. 
Futbola Ankara Güneşspor'da başlayan 1974 yılında başladığı kariyerini 96 yılında 11 takım değiştirerek nokta koyan Deli Nezihi o günkü futbolseverlerin ve bugünkü arşivcilerin sevdiği futbolculardan olmayı başarmıştı. Özverili futbolu sakatlanmak pahasına yaptığı müdahaleler ve orta şekerden biraz yukarıdaki agresif tavırları onun isteğinin ve arzusunun sahaya yansımasıydı bir bakıma. Adana Demirspor'dan Beşiktaş'a geçmişse de asıl patlamasını Sakaryaspor'da yaparak Fenerbahçe'ye gelmişti Nezihi Tosuncuk. Fenerbahçe'de 154 maçta 25 gol kaydeden başarılı savunmacının meşhur 103 gollü şampiyonlukta da alın teri bulunuyor.
Futbolu Ünyespor'da bırakan Deli Nezihi, Kastamonuspor, Feriköyspor, Edirnespor ve Sakaryaspor'da da teknik direktörlük görevi yaptı. Deli Nezihi geçtiğimiz hafta içindeBeykozspor ile anlaşırken işinin kolay olduğunu söylemek hiç de kolay değil. Sabahattin Ömür ile lige başlayan Beykozspor Bölgesel Amatör Lig 9. Grupta 8 maçta 1 galibiyet ve 1 beraberlik alarak 4 puanla sonuncu sırada yer alıyor 15 takımlı ligde! Haftasonunda kendisi gibi bir başka 104 yıllık çınar Vefaspor ile karışılaşacak olan Beykozspor'da  Nezihi Tosuncuk zor bir göreve talip olduğunun farkında olduğunu söyleyerek; ''Teknik ekip ve futbolcular olarak zor günler yaşayan kulübü yeniden ayağa kaldırmak istiyoruz, Beykozspor büyük bir camia inşallah kötü günler geride kalacak'' dedi. 
Deli Nezihi'nin performansı ve haftasonu oynanacak asırlık çınarların derbisinin sonucu merakla bekleniyor; ama aslında hepsinden önemlisi de Beykozspor'un eski günlerine ne zaman ve nasıl döneceği daha büyük bir merak konusu sanırım!

19 Kasım 2012 Pazartesi

Futbol-Sen Kuruldu



Futbolda yıllardır süre gelen ama bir türlü ciddi gerçekçi adımların atılamadığı bir alan olarak sendikalaşma hep var oldu. Sendikanın hayatın her alanına öcü olarak lanse edildiği işçinin hakkını arama yerinden çok egemenlerin anarşi yuvası diye göstermeleri ve görecek kişilerin de sorgulamadan o şekilde görmeleri toplumda bu alanda 70’lerin 80’lerin travması olarak hep var oldu.
Kimileri için Kemal Sunal’ın klasiklerinde Harranlı-Sendikalı ayrımından öte anlam taşımayan sendika alanı aslında futbolun hep kanayan yarası olarak kaldı. Kimi oyuncular, antrenörler sebepsizce görevlerinden alınırken sadece vefa duyan taraftarların hatırasında kalan anılar olarak kalabildiler. Kimi o hatıralara sığacak kadar zaman bile dolduramamıştı. Transfer sezonu bitmişken kaptanını kovan “büyük” kulüplerin, televizyonda canlı yayında teknik direktörü ile yollarını ayıran köklü kulüpleri olan bir ülkedeyiz.  Her şey olup biterken futbol romantiklerine kalmış gibi gözüküyor sendika. Metin Kurt’un ölümünden sonra popülizm ile birlikte yeniden sendika homurdanmaları olsa da o adımı kimse atamıyor.
Sendikalı futbolcu açık söylemek gerekirse şu ortamda radikal kalacaktır. Apolitik bir futbol düzeni de bunun çanakçısı elbette. Darbe döneminde “ne sağcıyız ne solcu futbolcuyuz futbolcu” sloganlarının atıldığı futbol emekçilerinin dünyasında elbette sendikaya da yer bulmak zor oluyor.
Geçtiğimiz ay kurulan Futbol-Sen de yine böyle bir ihtiyaca istinaden kuruldu. İçerisinde eski ve aktif futbolcuların da yer aldığı oluşumda bu alanda bir eksiği giderme niyeti olduğu çok açık. Murat Bölükbaşı, Rahim Zafer ve İhsan Mert’in yanında futbolcu temsilcileri de bu oluşumda kurucu üyelerin arasında yer alıyor. Sitelerinde yer alan açıklamada şunlar yazıyor:
Yüce bir değer olan emeğin, alın terinin, futbol çalışanları açısından da uygulanması, futbol çalışanlarının gerçek ve profesyonel anlamda işçi sayılması, bu yönde oluşturulacak komisyonlarca spor iş yasasının çıkarılması veya hali hazırdaki iş yasasına futbol çalışanlarının da dâhil edilmesini sağlamaktır.
Ve ayrıca futbolun, futbol çalışanlarının kendisini ve/veya ailesini geçindirmek için çalışıp alın-teri döktüğü, teorik antrenman-pratik antrenman- maç - maç izleme- bilimsel futbol bilgisi- maç analizi- futbolcu yeteneği bulma ve onun geliştirilmesi- futbolcu veya futbol çalışanı için kariyer planlaması yapan kişilerin tam gün olarak çalıştığı, sigorta primlerinin yattığı ve çoğu meslek olarak kabul edilen iş kollarından daha fazla bilgi- yetenek- yetenek ve bilginin pratiğe dönüştürülmesi gereken tam anlamıyla profesyonel bir meslek olarak kabul edilmesini sağlamaktır.
Son olarak, futbolun ana öznesi olan futbol çalışanlarının oynanan futboldan elde edilen naklen yayın-sponsor vs. gelirlerden hak ettikleri oranda pay almasını sağlamaktır…
Şu anda ilk adımlarını atmış olan sendikaya umarım futbol dünyası bir şans verir. Üst liglerde koşullar daha rahat olsa da alt liglerde durum o kadar da rahat gözükmüyor. Ki üst ligler dediğimiz kısımda da sadece belli bir zümreyi kastedebiliyoruz ancak. O nedenle bu tarz oluşumlar önemli ve futbol dünyası tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Şu unutulmamalı herkes futbolu bıraktıktan sonra ana akım medyada spor programında yorumcu olamıyor!

17 Kasım 2012 Cumartesi

Kitap Fuarı İçin Futbol Severlere Tavsiyeler


Oyunu izleyenin çok oluşu ama okuyan taraftarın azlığı hepimizin malumu. Bir maç hakkında saatlerce özet görüntüsüz programlarda amiyane tabirle dedikodulara kulak kabartan bir toplum olarak analizle pek aramızın olmadığı da bir gerçek. Bu konu sadece sporla futbolla da kısıtlı değil tabi, “kitabını okumak sıkıcı dizisini filmini yaparlar” laf kalıbı da muhtemelen sadece bize özgüdür. Neyse asıl meseleye gelelim bu hafta İstanbul TÜYAP Kitap Fuarına ev sahipliği yapıyor. Kitap severlerin bayramı gibi kabul gören haftada bizde futbol kitaplarına bir göz atalım dedim.
Türkçe içerik olarak sıkıntı çekilen bir alan olan futbol kitapları bölümünde bu işin lokomotifliğini İletişim Yayınları yapıyor. Standlarına göz attığınızda öne çıkan spor kitapları “Düğünde Kalabalık, Taziyede Yalnız Diyarbakırspor”, “Trabzon’da Futbolun Toplumsal Tarihi; Mektepliler Münevverler, Meraklılar”, “Memleket Futbolundan Portreler; Onun Gibisi Gelmedi” , “Mağlubu Anlatmak” ve “Futbol ve Kültürü”… İlk kitap bugünlerde deplasmana gitmekte dahi zorlanan bir zamanlar Süper Lig havası soluyan Diyarbakırspor’un nasıl siyasi planlara kurban gittiğini ya da siyasetin bir takımı nasıl kötü etkilediğini anlatıyor ve şu anki taziye evinin yalnızlığının içler acısı halini gözler önüne seriyor.  Diyarbakırspor bir Barcelona bir Bilbao örneği olmak isterken hiçbir kimliğe bürünemeden bir yitiriliş hikayesinin başrolünü alıyordu istemeden ve Faruk Arhan da bunu anlatmış.
Sevecen Tunç bizi Trabzon’daki futbol atmosferini roman diliyle anlatarak cumhuriyetin ilk yılları ve 1960’a uzanan dönemde Trabzon’un merkeze kendini kanıtlama isteği ve Şark’ın merkezi kimliğine kavuşurken futbolun oynadığı rol anlatılıyor.
Cem Zamur’un Portreler kitabında da  efsane deyince aklına Metin Oktay, Lefter, Hakkı Yeten gelenlere ders niteliğinde bir öğreticilik sunuluyor. Kim yok ki bu portrelerin içinde Kelle İbrahim, İsfendiyar Açıksöz, Ertan Adatepe, Cihat Arman, Ali Artuner, Doğan Babacan, Hüseyin Çakıroğlu, Basri Dirimlili, Nedim Doğan, Şükrü Gülesin, Galip Haktanır, Mehmet Ali Has, Fethi Heper, Garbis İstanbulluoğlu, Gündüz Kılıç, Lefter Küçükandonyadis, Metin Oktay, Yasin Özdenak, Yılmaz Şen, Yusuf Tunaoğlu, Hakkı Yeten...
Mağlubu Anlatmak kitabı ise İslam Çupi’nin kaleminden spor yazılarını kapsıyor. Son kitap Futbol ve Kültürü ise futbolun saha çizgileri içinde kalan kısmının hakkını vermeyi bir kenarda tutup dışındaki hayatı anlatıyor, sorguluyor.   Futbol bir popüler kültür ürünü mü yoksa farklı bir entelektüel dünya mı var soruları  tartışalı durulurken cevap bulmakta yardımcı bir kaynak olarak başvurulabilecek bir kitap.
Bir diğer yayın evi olan İthaki’de de Simon Kuper’in kitaplarına ulaşmak mümkün. Son kitabı Futbol Adamları’ndan tutun da Futbol Asla Sadece Futbol Değildir, Futbolun Şifreleri ve Ajax-Hollandalılar ve Savaş  kitabına kadar tüm yayınlarını bulabilirsiniz. Futbol Adamları kitabı İletişim Yayınlarından çıkan Onun Gibisi Gelmedi’yi andıran bir kitap. Dünya futbolunun yıldızlarının tüm hallerini bulabilmek mümkün. Muhakkak sizde sevdiğiniz yıldızın bilmediğiniz bir özelliğini bulacaksınız kitapta; Xavi’nin antrenmana metroyla gelmesini bilmeyenler için de birkaç mütevazılık örneğini Xavi ve İniesta için bulmak mümkün!
Son kitap da Sel Yayıncılıktan çıkan Nick Hornby’nin Futbol Ateşi kitabı… Çevirisinde de sevdiğimiz spor yazarlarından Bağış Erten’in imzası bulunan kitapta futbol ve hayatı okuyoruz. “Hayat futboldan ibarettir” ve “futbolda dolu dolu bir hayat var” arasında sıkışıp kalanların hikayesinin anlatıldığı kitapta futbol severler için şu söyleniyor: Edebiyatseverler için bu bir roman olabilir. Hornby'severler için de koleksiyonun kıymetli bir parçası. Oysa futbolseverler bu kitaba bakınca başka bir şey görüyor. Çünkü gerçekten futbol bir dinse, bu da onun kitabı olmalı…
Fuar bana “nerede o eski kitap fuarları” dedirtse de dershanelerin ve onların yayın evlerinin ganyan bültenlerini andıran konu anlatımlı ya da tüyolu çıkabilecek sorular tarzında soru kitapları yüzünden;  yine de bu kitaplar görülmeli. Görülmekten ziyade okunmalı…Fuar 25 Kasım’a kadar İstanbulluların ziyaretini bekliyor.
Naçizane öneri olarak da futbol dışı kitaplar da ilginizi çekerse eğer Emrah Serbes’in yeni çıkan Hikayem Paramparça kitabına bir göz atın derim. 

13 Kasım 2012 Salı

Kaptan'ın Dalyası...


Çarşamba gecesi İsveç önünde 100.kez sırtına geçirecek İngiltere formasını Büyük Kaptan... Duruşuyla, maçın içindeki bir anlık baş kaldırışıyla bir kaptandan çok daha fazlası...Liverpool onunla o Liverpool'la "asla yalnız yürümedi"...

11 Kasım 2012 Pazar

Mircea Lucescu...

Onun için hiç bir zaman nesnel cümleler kuramadım, hep "futbolcusunun sırtına paltosunu geçiren adam" olarak aklımda kaldı hep. Sonra "ben şovmen değilim villada ne işim var" deyip apartman dairesinde kalması bile onun mütevazılıkta hangi noktada olduğunun resmi gibiydi.

Onu Türkiye'deyken karizmatik olmadığı için bile eleştirdik, imparatorlar krallar gelsin dedik ama gelenler onun soytarısı bile olamayacak derecede kötüydü. Ama o gitti ve gittikten sonra hiç bir şey söylemedi. Onu geri getirmeye çalışanlara, başı sıkıştığında onu aklına getirenlere sadece güldü geçti.

Hala yine sağda solda duyuyorum bilmem kaç kişiyle defans yaptırıyordu o da hoca mıydı diye ama belirteyim o futbolla Beşiktaş'a UEFA'da Galatasaray'a da Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynattı. Bu arada bu sene de Şampiyonlar Ligi'nde  Shakhtar'la lider kendi liginde de ilk yarıyı en yakın takipçisine 14 puan fark atarak namağlup lider tamamladı...

Hadi biz kabul edelim bir şekilde Luce'de karizma yok e o zaman bu ülke de şunu kabul etsin bu ülkede futbol aklı yok , spor ahlakı ise hiç uğramamış...

(Fotoğraf anlaşılacağı üzere "Halkın Takımı" sitesinden...)

10 Kasım 2012 Cumartesi

Celtic'in Gayri "Resmi" Tarihi...


Ada’da Patates kıtlığı olarak tarihe geçen olay bugünlere tahmini çok güç bir olay ile sebep-sonuç ilişkisi oluşturuyordu.  Patateslere bulaşan bir hastalık İrlanda’da sadece tarladaki değil ambarlardaki tüm patateslere de etki ediyor ve  yaklaşık 5 yıl süren bir kıtlık sonucunda  bir milyon kişinin yaşamını kaybetmesine neden oluyordu. Tarihe de Büyük İrlanda Patates Kıtlığı olarak adını yazdıran bu hadise bölgeden de büyük göçlerin sebebini hazırlıyordu.

Bir grup İrlandalı yaşamak adına göçünün yolunu İskoçya’ya düşürüyordu. Katolik ağırlıklı olan bu topluluk Katolik rahiplerin de katkısıyla İskoçya’nın doğusuna yerleşiyordu. Yeniden bir düzen ve hayat kuran halk İskoçya’daki gündelik yaşama adapte oluyordu. Bunun sonucunda da Ada’yı saran tutkuların başında gelen futbola da kayıtsız kalamamışlardı. Rahipler ve halk ortaklaşa olarak Katoliklerin takımı diyebileceğimiz bir futbol takımı kurdular. Takımın tabanı yoksul halk ve mütedeyyin kilise eşrafından oluşuyordu. 1888 yılında kurulan bu takıma Keltler’den dolayı  Celtic adını verdiler ve o amansız mücadele artık tamamen görünür kılınmaya başlamıştı.

Glasgow şehrinin halihazırda büyük bir takımı zaten bulunuyordu. Protestanların desteklediği ve tutucu bir çevre tarafından desteklenen Glasgow  Rangers  taban olarak ve hayata bakış açısı olarak Celtic kulübünden oldukça farklı duruyordu. Başlı başına mezhepler bile bir çok şeyi anlatırken iki takımın anlaşamadığı bir çok konu zamanla kendini gösteriyordu. Eğer ki Glasgow'daki iki takımdan birinin hikayesini yazmak isterseniz bir diğeri peşinizi bırakmaz, tıpkı burada olduğu gibi.

Aslında futbolda sahada hep belli sınırlar içinde kalan çekişme saha dışında olabildiğince şiddetiyle yaşanıyordu. İlk olarak siyasi görüş ayrılıkları İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA) ve onun Birleşik Krallığa karşı savaşıydı. Celtic taraftarları İrlanda’da kan bağı ile bile bağlı oldukları insanların mücadelesine sempati ile bakıyor hatta kimi zaman silah ve para yardımı yapıyordu. Glasgowlular ise bundan oldukça rahatsızdı. Bu gerilimin birebir yaşandığı anlar ise İRA güçleri ile İngiliz güçlerinin çatışmalarından sonra yaşanıyordu. Levent Özçağatay’ın Kuzey İrlanda ve İRA isimli kitabında bu durum şöyle anlatılıyordu; “ İRA militanlarının ölüm haberleri geldiğinde Glasgowlular dini sembollerini gösterebildikleri kıyafetlerle işlerine gelir ve boyunlarına da bir Glasgow atkısı iliştirirlerdi Celtic taraftarları ile eğlenebilmek adına”…

Sonra bu kavga kendini ülke içinde gösterdi. Tarihsel süreç olarak Glasgowlular İngiltere’nin başını çektiği krallığı desteklerken Celticliler her zaman bağımsız bir İskoçya hayalini kuruyorlardı. Bu çekişmeler hala günümüzde dahi yaşanıyor ve İskoçya’nın bağımsızlık ısrarı ekonomik nedenlerle bir süre ertelenmek durumunda kaldı, Glasgowlular halinden memnun gözükürken Celticlilerin başını çektiği Katolikler bunu komedi olarak görüyorlar. Ailelerin hiç birinden asla Glasgowlu-Celticli kardeşler çıkmıyor. Bu bir nizami olmayan kimsenin açık olarak kabul etmediği alttan alta psikolojik harp tadında geçen bir mücadele çünkü.

Celtic mücadelesine hiçbir zaman sadece futbol aracılığıyla devam edemedi. O hep bir mezhebin sözcüsüydü adeta o yüzden de kazandığı başarılar bir milli takımmışçasına sevinç yaratıyordu Glasgow’un doğusuna.

Bugüne gelindiğinde Rangers alt liglerde üst lige çıkmak için gün doldururken Celtic tek başına kaldığı İskoçya liginde hiç de mutsuz görünmüyor.  Gelir gider tablosuna bakıldığında Celtic, Rangerslı lige göre %40 zarar ediyor gözüküyor ama şuna emin olun Celticlilerin bu umurunda değil! Yeşil Beyazlılar şampiyonlar liginde de  taraftarına unutamayacağı anlar yaşatıyor. Önce Benfica galibiyeti ile başlayan Celtic  Avrupa’da 20 maçtır deplasmanda galip gelememe şanssızlığını da Moskova da kırıyor, Camp Nou’ya bir mucize ihtimali ve küçük umutlarla çıkıyordu. Küçük umutların saman alevine döndüğü anlar da oldu. Ama bu Barcelona, o bitti demeden o son sözü söylemeden kolay kolay bitmiyor hiçbir maç. Yine öyle bir anda 90+4’te Alba beraberlik umutlarını rafa kaldırıyor ve geride tarihe geçecek bir istatistik çizelgesi bırakıyordu. Topla oynama yüzdesi  sadece %10’da kalan Celtic mucizeyi gerçekleştirmekten çok uzaktı belki de…

Rövanş niteliğindeki maçta İskoçlar (İrlandalı İskoçlar) bu istatistiklerin ağırlığının altında çıkıyordu sahaya…Karşılarındakinin gücünü teninde hissetmiş futbolcularda mucize yaratmaktan uzak bir ruh hali vardı ama ya olursa dedirten 125. Yıl koreografisi umutları diri tutmaya çalışıyordu. Sahadaki hiçbir futbolcu belki de yukarıda saydığım tarihi değerlere vakıf değil. Onlar sadece Glasgow derbisinden haberdar yaşıyor ama o koreografiyi yapan taraftarların büyük bir çoğunluğu ilk günden itibaren bu tarihin bir parçası…Onlar hala o ilk güne göre oylarını veriyor onlar hala o ilk güne göre her gün sosyal yaşantılarına devam ediyor. Maç yine yeşille beyazın en güzel buluştuğu kulüplerden biri olan Celtic’in golüyle başlarken oyun profili tamamen bir önceki maçın istatistiklerini doldurmaya başlıyordu. Barca pas trafiğini yönetirken Celtic ise Barca topu Celtic’e verdiğinde ancak arka arkaya paslar toplamında bir sayıya ulaşabiliyordu. 80’li dakikalara gelindiğinde “isyan” girişiminde bulunan Celtic ikinci golü 18 yaşındaki Watt ile bularak 2-0 öne geçiyordu. Düşler sahnesinde, düş gerçeğe mi dönüyordu yoksa bu Barcelona ne yapacağı belli olmaz mıydı?  Baskı kırılmış gibi gözükse de paslaşma kılıcını baki tutan Barcelona yine 90+1’de Messi ile golü bulsa da ikinci bir mucize bozgununa ne zaman vardı ne de bunun yeriydi. Bugün Celtic’in günü olmalıydı ve buna Barcelona bile engel olamamalıydı. Öyle de oldu maçın son düdüğü çaldığında istatistik olarak topla oynama yüzdesinde %28’lere ulaşmış bir Celtic galibiyeti kutluyordu.

Neil Lennon sahada tüm futbolcularına tek tek sarılırken nasıl bir tarihi ana şahitlik ettiğinin farkındaydı. Lennon bir Protestan ve Kuzey İrlandalı; böyle bir gecede sahada takımın başında olması sadece kaderin bir cilvesi olarak görülebilecek ve tebessüm bırakacak bir hadise…Tarih olarak her zaman Protestanların kolaylıkla yer bulabildiği kaptanlık, teknik direktörlük yapabildiği bir kulüp oldu zaten Celtic, Glasgow ise bir müddet kapalı olsa da sonradan  Katoliklere ancak Celtic forması giymediği sürece tahammül edebiliyordu. Öyle ki 1989 yılında Mo Johnston Celtic’ten Glasgow’a geçtiği dönem Glasgow Mo’nun golüyle 1-0 kazanmış ama Rangerslılar maçı 0-0 olarak kabul etmişler ve gole sevinmedikleri gibi stat çıkışında da kombinelerini ateşe vermişlerdi.  O yüzden Lennon’ın durumu pek de şaşırtıcı gelmeyecektir bu tarz nüanslardan haberdar olanlara.

125 yıl direnişin ve mücadelenin gayri resmi tarihi olarak işledi Celtic’in hücrelerine…%95’i Protestan olan bir ülkede İrlanda’dan göçüp gelen bir avuç insanın başlattığı kıvılcım bugün eski etkisini yitirse de hala alevli günlerine çok da uzak olmadığını dost düşman herkes biliyor. Tribünde eğer Barcelona maçından sonra göz yaşlarını gördüyseniz , birbirlerine hıçkırarak sarılan insanları izlediyseniz emin olun bunun tek sebebi Barcelona galibiyeti değil çok daha fazlasıdır…Yeri gelmişken tekrar soralım kim demiş futbol sadece futboldur diye?

7 Kasım 2012 Çarşamba

Trabzonsporlu...Devrimci...Şair Ceketli Çocuk...

Bu arada hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne,günün karanlık saatlerine,ara sıra kopsa da fırtınalara,bir gün boğulacağımız denizlere,eski günlere,neler olacağını bilmesek de geleceğe,kötülüklerle dolu olsa bile tarihe,tarihin akışını düze çevirmeye çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlara, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, yollara, yolculuklara,sevgililere, sevişmelere,sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını tüm bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz...

Kötü şeyler gördük. Savaşlar,katliamlar,ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini , kendi kültürünü kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler kentler ormanlar hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar her gün bile bile sokakta ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.

Biz de öldük.

Ama her şeye rağmen bu gökyüzünde şarkılar söyledik.

Teşekkürler dünya...

Şair Ceketli Çocuk 7 Kasım günü doğarak yaptıklarıyla ölümsüzleşti. Onun da gönlünde Trabzonspor yer etmişti. Kendi deyimiyle sırf Karadenizli olduğu için komik bir Karadeniz milliyetçiliği ile değil "Benim için Trabzonspor en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali bir kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti."

Biz biliyoruz ki her şey gibi futbol da kirlendi, kulüplerimiz de ,tribünleri de...Şair Ceketli Çocuğun tribünlerinde beyaz bere takan beyin fukaralarını da gördük... Ama biz de biliyorduk; Trabzonspor Ogün Samastların değil Kazım Koyuncular'ın takımıydı...

İyi ki doğdun Şair Ceketli Çocuk...

4 Kasım 2012 Pazar

AEK Mazisini Arıyor

Yunanistan futbol ligini takip etmek imkanlar nedeniyle epey güç. Yayını ülkemizde yok basında yer etmiyor ve ligin kalitesi de kalitesizlikte bizimkiyle yarışır seviyede. Ama sevdiğiniz bir takım varsa ne yapıp edip o takımı takip etmeye çalışıyorsunuz.

Biz de gönlümüzü Yunanistan'da AEK'e verdik. Sebebi soruluyor genelde, kısa bir cevap olsun öyleyse; AEK İstanbul'dan yazılı olmayan ama toplumsal yaşantının zorlamaları ve zorbalıklarıyla Yunanistan'a gitmek zorunda kalan Rumların kurduğu takımlardan biridir. Pera Club olarak İstanbul'da kurulan takım o "zorunlu" göçten sonra İstanbul'da Beyoğluspor adıyla Yunanistan'da da AEK ismiyle yoluna devam etti. İstanbul'u özleyen her şeye rağmen güzel yad eden AEKliler muhalif bir tabana da sahip. Tribünlerde, sokakta daha doğrusu hayatın her alanında muhalif kimliklerinden bir şey kaybetmeden yaşamlarına devam ediyorlar. Bu ve buna benzer sebepler bizi sarı siyahlı kulübün Türkiye'deki aşıkları olarak seçimimizi yaptırdı.

Türkiye'de olan 3 büyükler kavramının yanlış tesislenişi orada da mevcut. Yani Yunansitan'da da büyükler ve "Anadolu" takımları var. Şaka bir yana İzmir'den Panionios ve Apollon Karadeniz'deki Rumların da Apollon Kalamarias  takımları Yunanistan liglerinde boy gösteriyor. Komşudaki 3 büyükler Panathinaikos Olympiakos ve AEK olarak belirlenmiş durumda. AEK 11 şampiyonluk yaşamış bir kulüp olarak bu aralar zor günler geçiriyor.

İşin içinde en büyük etken para yetersizliği olarak gözüküyor. Ama bunun başlangıcı aslında 2003 yılında Nikos Goumas stadının terki ile başladı. O parasızlıkla geçen dönemde yeni stat yapma hayaliyle vurulan kazma hala çıkmadı o topraktan ve o tarihten beri kendi stadı yerine Atina Olimpiyat stadında oynuyor AEK! Sonrasında şike skandalına adı karışan Psomiadis faktörünü unutmamak gerekiyor. 1989-1993 ve 2001-2003 yılları arasında başkanlık yapan Psomiadis kulübü pis işlerine bulaştırarak kulüp adıyla sahte faturalar düzenlemiş ve büyük şirketlere AEK'i borçlandırmıştı. Onun da ötesinde bir kaç ay önce derinleştirilen soruşturmadan çıkan acı bir gerçek daha var ki Psomiadis kulüp kasasından 5.5 milyon euro çalıyor ve villa yaptırıyor. Son olarak da şike skandalından sonra şu anda hapiste AEK ve Yunan futboluna yaptıklarının bir kısmının cezasını çekiyor. Son kısımlar hariç aklına Türkiye'den siyah beyazlı bir kulüp gelenler olmuş olabilir hatırlatalım bu olay Yunanistan'da geçiyor.
Yakın dönemin güzel günlerinden Tsartas'lı günler...

O günlerden bugünlere geçiş de hızlı oldu tabi ki...2003'ten 2012'ye 9 yıl gibi gelse de yavaş yavaş düşen takım grafiği bugünlerin habercisiydi. Bu sezon tüm oyuncular satıldı yine maddi sıkıntılardan dolayı. Yerlerine amatör liglerden ve alt yapıdan oyuncular alındı. Hatta söylenen o ki amatör ligden alınacak bir genç için 5 bin Euro çıkışmayınca transfer yatıyor. Kulüp bu şartlarda sahaya çıkıyor şu anda. Altın günlerin uzağında 8 koca haftada toplanan sadece 5 puan var ve liderle puan farkı 20! Zaten artık liderlik gibi bir iddianın olduğu da yok.
AEK'in çocuğu Demis Nikolaidis...

Bu zor günlerde taşın altına elini koyan da yine "AEK'in Çocuğu" Demis Nikolaidis oldu. Ama tüm iyi niyetine rağmen onun da elinden pek bir şey gelemeyince o da erken pes etti diyebiliriz. Şimdi Dimitrelos var başkan koltuğunda ve yapması beklenen tek şey biraz daha iyi "amatörler" alarak takımı ligde tutmak. Zor gözüküyor hem de çok zor. Ama gönül olsun istiyor, tekrar eski günlerdeki gibi olsun her şey diyor. Bir de buralardan bir söz ile iletelim dileğimizi: Haydi Kalk Ayağa Yürü Güneşe...

2 Kasım 2012 Cuma

Başkanlar Teknik Direktörleşirken...

Ekim ayında Four-Four-Two dergisine verdiği röportajda Engin İpekoğlu "bundan sonraki planım şu an çalıştırdığım Denizlispor'u şampiyon yapmak...Umuyorum ki en kısa sürede Denizlispor'u yine Türkiye'nin en çok ses getiren kulüpleri arasında göreceğiz" demişti.

O röportajın ayı dolmak üzereydi ki Engin Hoca görevinden ayrıldığını açıkladı. Engin Hoca daha doğrusu gönderildi ve gönderilişinin ardından sebep olarak da kulüp başkanını gösterdi. Kulüp başkanı kadroya karışıyor daha da ötesi tavsiyenin ilerisine giderek kadro kurmaya kalkıyor Engin İpekoğlu'nun söylediğine göre...Doğrudur ama belki abartı da vardır işin içinde diye düşünüyordum ama yokmuş her şey olduğu gibiymiş.

Kulüp başkanı yaptığı açıklamalarda "hocayla medeni şekilde ayrıldık.Ortada konuşulacak bir şey yok sonuçta durum ortada takım kötü gidiyor,sıralamada daha yukarılarda olmalıydık.Ne yaptımsa Denizlispor için yaptım" diyor.

Şimdi kısa süre içinde bir hoca Denizlispor ile anlaşacak bu kaçınılmaz. Peki o takıma giden hoca bunları bile bile sırf "ekmek parası" diyerek meslektaşını ve mesleğini hiçe sayarak nasıl böyle bir kulüp başkanının altında çalışmak ister? Hobbes haklı sanırım yine "insan insanın kurdudur" deyişi işleve giriyor ve teknik direktör teknik direktörün kurdu oluyor!

Pragmatist bir tavırla Denizlispor'un iyiliği için yaptım diyen başkan getirdiği yeni hoca ile de başarı sağlayamadığında yine Denizlispor'un iyiliği için başkana "küfreden" taraftara nasıl haksız diyecek? Hocaya sen bilmiyorsun al şunları oynat diye kadro vermeye çalışırken kendi başarısızlığında taraftarların bırak şu işi biz yapalım dediğinde hangi babayiğitlikle "yönetici " büyüklüğü ile karşı duracak?

Gol kaçıran forvetin yerine tek forvet oynayacak, kademe hatası yapan savunmanın kademesine girecek bindirme yapamayan orta sahanın yerine kenarlardan muz orta yapacak bir başkan da çıkar mı acaba?

Evet burası Türkiye, meslektaşı ile dayanışmak yerine onun boşalttığı koltuğu soğutmadan doldurmaya çalışan işsiz teknik direktörler ve sanki managerlik oynar gibi takım yöneten kulüp başkanları futbolda söz sahibi...Ve bu topraklarda onların sözü nedense daha çok...

Sendika mı dediniz? Terörist holigan mısınız siz nasıl şeyler geliyor aklınıza öyle...