24 Mart 2013 Pazar

Mekloufi ve "Süreç"

Cezayir'in Fransa'nın vilayetinden sayıldığı günler... O zamanlar şimdi Ortadoğuda demokrasi abiliği yapan Fransa'nın  en kanlı günleriydi.

Fransa'da futbol hiç kesintisiz haliyle devam ederken, Cezayir kökenli futbolcular da bu takımlarda yer bulabiliyordu. Fransa Milli Takımına yükselmişlerini görmek de mümkündü. Sokaklarda çocuklar onların isimleriyle inleterek top peşinde koşuyor, onlar gibi futbolcu olmanın hayaliyle yanıp tutuşuyordu.

Olimpik Marsilya kalecisi Abderrahman Ibrir, Monacolu savunmacı Mustafa Zitouni, Monaco forveti Abdelaziz Ben Tifour, Toulouse forveti Said Brahimi ve St. Etienne’li Raşid Mekloufi... Bu 5 arkadaş da dönemin en popüler oyuncularındandı. Özellikle Zitouni ve Mekloufi Real Madrid'den teklif almış iki oyuncu...

Hikaye asıl burada başlıyor... Mekloufi "Franco'nun takımından teklif almak ağrıma gidiyor" dedi... Dedi ve saymış olduğum diğer isimlerle birlikte Fransa'da futbol adına ne varsa terk ederek Cezayir'deki bağımsızlık ordusunun saflarına katıldı. Silahıyla destek veremedi belki ama o da arkadaşlarıyla en iyi yapabildikleri şekliyle yani futbollarıyla destek verdi mücadeleye. 17 farklı takım ile dostluk maçı oynadılar, bu 17 takıma da Cezayir'in mücadelesinin haklılığını anlattılar, öğrettiler. Ona futbolun Frantz Fanon'u desek abartı olmaz sanırım...

Tabi Fransa büyük bir şok yaşıyordu. Milli Takım oyuncuları "terörist" Cezayir saflarına katılmış ve artık onların düşmanı olmuştu. Cezayir'in mücadelesine "teröristlik" denir mi demeyin. Deniyor işte, kendi teröristlerinize bakarak bunu bulmanız da ayrıca mümkün zaten! 

Futbolun ve bilumum güzel duygunun katili FİFA yine iş başındaydı. Mekloufi ve arkadaşlarının takımı ile maç yapacak takımlar büyük yaptırımlarla karşılaşacaklarına dair FİFA tarafından tehditler alıyordu. Ama bunu pek sallayan da olmadı o dönem için. Avrupa Kupalarına katılamamak, finansal fair play gibi karın ağrıları asıl meseleyi es geçmek için yeterli bencillikler değilmiş demek...

Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi meşruluğunu tüm dünyada kabul ettirirken bu takımın etkisi hiç de az değildi. Fransa'ya bile onlar anlatmıştı bu meseleyi, ülkeyi terk edişleriyle...Bağımsızlık On Biri verdikleri bu takımın tüm oyuncuları eşsiz bir maceraya atılmış ve başarılı olmuşlardı. Futbol artık ikinci plandaydı. Mekloufi de "artık profesyonel bir futbolcu değilim ama tam anlamıyla bir devrimciyim" diye özetliyordu içine düştüğü durumu...

Sonraları Mekloufi İsviçre'de Sevette'de de top koşturdu. Ama Fransa'ya dönmesi pek de söz konusu gözükmüyordu. Olmaz denen oldu ve ateşkes imzaladıktan, bağımsızlık tanındıktan sonra St. Ettiene onu yeniden kadroda görmek istediğini söyledi. Yarım bırakılan bir kaç iş vardı Fransa'da, dönmek gerekti. 

En sevdiği renkleri sorsak muhtemelen yeşil beyaz derdi. Cezayir'in bayrağı, St. Ettiene'in renkleri yani yeşil beyaz... St. Ettiene ile ikinci bir maceraya atılmış ve kısa süre sonra 2.lige düşen takımda yer almıştı. St. Ettiene 2.lige düşerken Nedved'den ilhamla "futbolcular gitmiş adamlar kalmıştı". O adamların içinde de Mekloufi en başta geliyordu. Tekrar takımı ile birinci lige dönerken kupa da onun ellerinde göğe doğru yükselmişti zaten.

Daha sonra futbolu Bastia'da bırakırken Fransa Milli Takımında 4, Bağımsızlık On Biri'nde 40 Cezayir Milli Takımında da 11 maçlık bir kariyer bırakıyordu geride... 

Futbol asla sadece futbol değildir hikayesinden öte şeyler anlatan bir hayat hikayesi, futbol hikayesi bu... Bir Mekloufi'miz olmadı, olacak galiba dediklerimiz ise ertesi gün yalanlama yayınladı. Ne yapalım Mekloufiler'siz bir ülkeden de ancak bu kadar mı diyelim kendi hikayemize?.. "Sürecimize" başka da bir şey denk düşmüyor sanırım... Elden gelen tek şey Mekloufiler'in var olabildiği bir futbol hayali ile seyrimize devam etmek!

22 Mart 2013 Cuma

Gitmek mi Zor, Kalmak mı? : Akhisar'ın Direnişi

(Şampiyonluk kutlamalarından)

Peri masalı 2009-2010 sezonunda başladı desek yanlış olmaz. Manisa şehrinin 160 bin kişilik nüfusuyla küçük bir ilçesi olan Akhisar'ın ilerleyen bir kaç yılda Ege'nin süper ligdeki tek temsilcisi olacağını eminim kimse tahmin etmiyordu.

2010-2011 yılında bir ayağı aksak olan lig Ankaraspor saf dışı kalınca 17 takımla oynanmıştı. Akhisar da o sezon ligi 14. tamamlayarak zaman zaman korku yaşasa da lig sonunda ilk yıl için iyi sayılabilecek bir sırada en önemlisi de lige tutunarak perdeyi kapatmıştı. 32 maç "oynanabilen" ligde 8 galibiyet 9 beraberlik 15 mağlubiyetle mütevazı bir puan ile ligde kalan Akhisar vites yükselterek bir daha ki sezon daha iyi yerleri hedefliyordu.
(Masalın başlangıcındaki isim Atilla Özcan)

Hamza Hamzaoğlu şu an lig seviyesinde saygı duyacağım bir kaç hocadan biri sanırım. Kendi takımını değerlendirirken, oyuncusunu, rakibini değerlendirirken objektiflikten şaşmayan hoca kişiliği ile hayran bırakırken herkesi takıma olan etkisiyle de büyük işler başarıyordu. Şüphesiz bu başarının alt yapısını oluşturan da Atilla Özcan hocaydı. Takımı 3.ligde zirveye oynatan hoca önce 2.lig kapılarını aralıyor ardından 1.lig havası solumasını sağlıyordu Akhisar'ın... Maddi olarak zor şartlarda da takımı ligde tutma mücadelesi verdiği sezonda Orduspor'a deplasmanda 4-0 yenilen takım 16. sıraya gerilerken yönetim de emektar hoca ile yollarını ayırmıştı. O Orduspor playoff ile lige çıkarken Atilla Hoca'dan boşalan koltuğa Hamza Hamzaoğlu geliyordu.
(Masalı devam ettiren Hamza Hamzaoğlu)

23 haftada toplanan 20 puana Hamza hoca 9 haftada 13 puan katarak ligde tuttuğu Egelilere bir sonraki sezon için umut veriyordu. Ligin ilk devresini lider Elazığ'ın bir puan altında ikinci bitirdiklerinde namları tüm ülkeyi sarmıştı aslında. Başarı gelmese "sempati" şampiyonu dediğimiz gönüller şampiyonu olacak takım, 31. haftada 5. sıraya kadar gerilese de sıralama olarak sonraki haftalar kulüp tarihinin unutulmaz günlerine tanıklık edecekti.

Denizli ve Karşıyaka galibiyetleri ile 2.liği geri alan takım ligin son maçına bir puan altındaki Rizespor ile yükselme maçı oynuyordu. Yenen üst ligde kaybeden playofflara gidecekti. Lider Elazığ, Konya deplasmanında 4 yeyince, Akhisar'da tarihi bir Rize deplasmanı galibiyeti alıp şampiyon olarak en üst ligin vizesini söke söke alıyordu. 12 gol ile Sertan kayıtlara takımın en golcüsü ve taşıyıcısı olarak geçse de Akhisar bir "takım" olmanın meyvelerini toplamıştı. Kişisel olarak en beğendiğim oyuncusu sade ama emekçi futboluyla Mustafa Aşan'dı.

Süper Lige çıktıklarında kadroyu elden geldiğince koruyan ve hocasını değiştirmeyerek büyük bir "risk (!)" alan Akhisar düşme adayı olarak gösteriliyordu. İlk maç Eskişehirspor ile deplasmanda oynayan Akhisar 90+'lırda hücuma çıkmayı ilk kez akıl ediyor ve golü buluyordu. İlk 3 hafta topladığı 5 puanla dikkatlari üzerine çeken "mütevazı" ekip İBB karşısında 4-0'lık "beklenmedik" mağlubiyetle uyanıyordu adeta. Akhisar seri mağlubiyetlerle zaman zaman da kısa seriler şeklinde alınan beraberliklerle geçen ilk yarıda 17 haftayı 15 puanla ligin sonunda tamamlıyordu.

"Kahinler" kazanmıştı... Akhisar düşüyordu ve bu kirli futbol düzeninde temiz futbol oynamak isteyen bir takım ile Hamza Hoca'nın aklı ve kalbi okşayan demeçleri kalıyordu geriye...Ama Manisa temsilcisinin pes etmek gibi bir niyeti yoktu. Sonuna kadar, gidebildiği yere kadar gideceklerdi. Hem zaten kaybedecek ne kalmıştı?

Bu düşünceyle çıkılan maçlarda, 17 maçta toplanan 15 puana karşılık takım 9 haftada şimdiden 11 puanı topluyordu. Ve ligin dibine demir atmış halinden de sıyrılıp MİY'in bir basamak üstüne çıkarak... Şimdi hiç olmadığı kadar ümitliler belki de.

Önlerindeki Ordu ile arada 4 puanlık bir fark var ama bu pek de önemli değil gibi gözüküyor. Ama takımın bir dezavantajını da belirtmek gerek! Takım, tecrübe,bütçe vs değil bu dezavantaj! Açık şekilde yapılan hakem hataları... Hakem hatalarından en çok canı yanan takımlardan biri olan Akhisar epey de puan kaybetti bu sebeple. Ateş hattında ölüm kalım savaşı veren bir takımın kaderiyle bu kadar oynanırsa şimdiki yeri büyük bir başarı bile sayılabilir.

Yunan Tanrısı kıvamında karşı kıyıdan hoş bir esinti getiren Gekas'ın standart performansı takımı üst sıralara taşıma yolunda en önemli verilerden biri olarak göze çarpıyor. Gol ile özdeşleşen "komşu çocuğu" Gekas atmaya devam ettiği müddetçe sorun yok gibi gözüküyor.

Öte yandan umut var, var olmaya da devam edecek futbolun doğası gereği. Önlerinde kalan 8 maç hayati öneme sahip. Düşme barajının 40 civarı olacağı düşünülürse işleri hiç de kolay değil. 5 haftalık zorlu bir seri onları bekliyor öncelikle;

Fenerbahçe (D)
Trabzonspor
Kasımpaşa (D)
Beşiktaş
Bursaspor (D)
Antalyaspor (D)
MİY
Orduspor (D)

Bu 5 haftadan ne çıksa kar diye görülse de oradan bir şeylerin çıkma ihtimali maalesef düşük gibi gözüküyor. Ama şöyle kaba taslak bir hesap yaparsak minimum 13-14 puan civarı bir puana ihtiyacı olan takıma geri kalan 3 maçından 9 puan çıkartması halinde, bu beş maçtan 5 puan da yeterli olabilir. Kolay değil ama bu takım her seferinde olmaz-yapılmaz denileni yaparak "otoriteleri" şaşırttı.

Şahsi görüşüm Akhisar'ın "hep bizimle kalması" yani Süper Lig civarından ayrılmaması... Başta da söylediğim gibi Hamza Hoca büyük saygı duyulacak işler yapıyor. Takım oldukça mütevazı kadrosuyla bakanların, para babalarının cirit attığı ligde ayakta kalma umudunu devam ettiriyor. Bu bile başlı başına sempati sebebiyken oynamaya çalıştıkları güzel futbol "gel de sevme bu takımı" dedirtiyor.

Ligden düşebilirler ama kişisel hafızamda 10 sene 20 sene sonra bile "bir Akhisar geçti bu ligden" diyeceğim. Umarım kalırlar ve 2009 yılının sonlarında başlayan masal kesintiye uğramaz... Ama zaten masallar da hiç kötü bitmez, o yüzden dayan ya da diren Akhisar!


16 Mart 2013 Cumartesi

90

Lise bahçesinde izledikleri şeye seyirci kalamayacaklarını anlayan bir grup isyankar öğrencinin "farklı bir oyun mümkün" diyerek giriştikleri mücadele bugün 90. yaşını kutladı. O gün o lisenin bahçesinde yeşeren korsan takım Karabükspor maçı öncesi taraftarıyla şölen tadında bir kutlama yaptı.

Müzikle başlayan günde taraftarlar yaptıkları koreografi ile tekrar "Burası Ankara" derken öncelikle hedef galibiyet, ardından gelecek düşler Avrupa'ydı. Tribünlere takım da ayak uydurmuşa benziyordu. Oyuna hakim olmaya çalışan Gençlerbirliği maça ileri uçta Vleminckx ile başlarken solda Zec sağda ise Artun ile maça çıkmıştı. Orta alanda Azo'nun akıllı oyunu hücumda Gençlerbirliği'ni ileri taşırken güzel bir pas oyunuyla Tosic'in içeri ortaladığı top onuncu dakikada  ceza yayının dışına çıktı orada topla buluşan Petrovic ayağı ile düzeltip adeta ölçüp biçip sağ ayağıyla topu kaleye gönderdi. Direğin içine çarpan top ağlarla buluştuğunda neredeyse tüm stat yıkılıyordu.

Ayağa paslarda etkili olan Kırmızı Karalılar yine Petrovic'in ara pasında buluşan Zec'in şık pasıyla topu Vleminckx ile buluşturdular Vleminckx çok iyi vurdu ancak kaleciden seken top kornere çıktı. Bu sezon için hiç görmediğimiz kadar coşkulu hiç görmediğimiz kadar sahaya hükmeden bir Gençlerbirliği izledik desek abartmış olmayız.

Göze güzel gelen futbolda hele ki Tosic'in sol çaprazdan rakip sağ beke bacak arası atarak çizgiye indiği top var ki gözlerin pasını siliyordu adeta. Karabükspor ise karambol ataklar ve pozisyonlarla var olmaya çalışıyordu. Yine böyle bir anda kalecileri Tomic'in doldurduğu topu kafayla ceza sahasına sektirdiler, Serkan Kurtuluş biraz ağır kalınca golü buldular. 

İlk yarı Gençlerbirliği hegemonyasında 1-1 bitiyordu. İkinci yarının başlarında rakip atakları Yugoslav faulleriyle kesmeye yeminli Karabükspor ikinci sarı karttan 10 kişi kalınca maçın ağırlığı tamamen Gençlerbirliği eline geçti. Tek kaleye dönen maç bir ara iki isteksiz dama oyuncusunun dama oyununa döndü. 10 kişi ile sahasına dizilen Karabük rakibine hamle şansı vermiyor kendi de hamle yapmaya niyetlenmiyordu. Ara sıra Lua Lua ve Shelton'ın koşularına güvenerek ileri çıkmaya çalışıyor tehlikeyi yaratıp geri dönüyorlardı. Gençlerbirliği ise yapılan ortalar, girişimler ya savunmadan dönüyor ya da kaleciden sekip kornere gidiyordu. 

Artun-Zec ile işleyen kanatlar arı gibi çalışıyor ama bir türlü istenen gol gelmiyordu. Petrovic attığı gole benzer bir kaç pozisyon bulsa da gol getirecek pozisyonlar olmuyordu.  Kontralarla gelen Karabük ise tek hamlede topa sahip olma konusunda sıkıntı yaşasa da Ramazan'a takılıyordu her seferinde. 

Yine Ramazan hariç tüm Gençlerbirlikliler rakip yarı sahayı zorlarken Tosic'in yaptığı harika orta Vleminckx'in düzgün kafa vuruşuyla rakip savunmaya da çarpınca 90. yıl kutlamaları 90. dakikada kaldığı yerden devam ediyordu.

Maçtan arda kalanlar ise; tiye alınacak kadar maçı iki taraf için de katlanmaz kılan "Muhteşem Süleyman" Abay'ı es geçmek mümkün değil. Maçı durdurarak oynatan, avantaj kuralından bihaber yönetimiyle saç baş yoldurttu hakem.

Sevindirici bir meselede kupa golcüsü Artun'un ilk on bir başlamasıydı. Heyecanlı oluşu, bir kaç top kaybı yaşatsa da o kayıpların ardından verdiği mücadele görülmeye değerdi. Yiğit İncedemir'in ayak üstü dayağına maruz kalsa da yine de her pozisyonda içeriyi karıştırıyor rakibi zorluyordu. Devamı gelsin dediğimiz galibiyetlere bir de Artun seçimini ekledik şimdiden...

Öte yandan deplasman seyircisi Karabüksporlular, takımlarını desteklerken İstanbul bestelerini hiç eksik etmediler. Küfürlerinde bile İstanbul kokusu olan Karabüklüler maç sonu özel güvenlik ve polisle de gerilim yaşadı. Tribüne müdahale yetkisi olmayan özel güvenlikçilere "hepiniz ....." diye açık yüreklilikle haykıran Karabüklülerin bu hareketlerine polis gelince son vermeleri ve tersi istikamette hal-tavır içine girmeleri de oldukça tuhaf ve komikti. Gençlerbirliği taraftarına küfreden bir taraftar topluluğu diyeyim siz anlayın niteliği...

Sonuç olarak 90.yılda alınan güzel bir galibiyet, son 3 haftada alınan 10 puan... Bu yolda tabelalar Avrupa'yı gösteriyor ama bakalım yolun sonu nereye çıkacak?


14 Mart 2013 Perşembe

Çim Sahalardan Sokaklara: Gençlerbirliği


1923 yılında Ankara Sultanisi’nde başlayan kıvılcım bugünlere uzanarak sönmeyecek bir ateş gibi parıldıyor Ankara’da…  Tarihten kimi tatlı kimi acı hatıralarla günümüze gelen ülkenin en büyük spor kulüplerinden biri olan Gençlerbirliği bu yıl başından beri tatlı bir heyecanın içinde yoluna devam ediyor.

14 Mart 1923’te kurulan Gençlerbirliği bu yıl 90. Yılını kutluyor. Bu yılı her anlamda özel bir yıl olarak gören camia, yönetiminden futbolcusuna, tribününden şehrine kadar bu havayı an be an yaşıyor. Kırmızı Kara Burası Ankara sloganıyla başlayan sezon, kent ile adeta Gençlerbirliği’ni bütünleştirdi. Artık boş tribünler yavaş yavaş dolmaya başlıyor, gelen rakip takımlar Ankara’nın deplasman olduğunu, maraton tribünün ortasında açılmış tamamen taraftarların kendi emeğiyle yapılmış Burası Ankara pankartıyla tekrar tekrar idrak ediyordu.  Geçmiş yıllarda cepte görülen deplasman yerine son yıllarda başlayan gelenek perçinleniyor ve rakiplerine korkulu bir Ankara Deplasmanı duygusu yaşatıyordu sahada futbolcular, tribünlerde de Ais Ezhel’in sözlerini yazdığı Dj Suppa’nın mixlerini yaptığı şarkıyı hecelerine kadar ezberlemiş binlerce taraftar… Şarkının sözlerindeki gibi rakiplerin çekindiği tribünler “bu aşk sevgiliyle Kuğulu Park’ta oturmak” kadar keyif veriyordu Ankaralılara ve en önemlisi de bu keyif tüm Ankara’ya yayılıyor.

Zaten öncesinde kulüp klipler ile futbol camiasının dikkatini çekmeye başlamıştı,  Ankaralı yönetmen Doğan Tanyer’in çektiği klipte geçen sezondan beri takım uyumunu canlandırması adına yapılan ritm çalışmalarında görüntüler harmanlanmış ve “Gençlerbirliği Ritmini Buldu” başlığıyla kamuoyu ile paylaşılmıştı. Tüm medya alanlarında karşılığını bulan bu klip takdirle karşılanarak, paylaşım rekorları kırdı.  90.yılda ritmini bulan kulüp ve o ritme ayak uydurmaya çalışan şehrin bütünleşmeye başlamasıydı aslında olan biteninin tanımı.

Gelişen medya düzenin bir uzantısı olan sosyal medyada da var olan kulüp Twitter, Facebook başta olmak üzere video paylaşım siteleri, fotoğraf paylaşım siteleri gibi mecraları kullanarak taraftara belki de bugüne kadar karanlıkta kalmış, taraftarın çok da bilmediği Gençlerbirliği’ni sunuyordu. Taraftarların gönüllülük çerçevesinde katkı sağladığı bu alanlarda da Kayahan Kaya yaptığı  grafik çalışmalarıyla destek olurken Uygar Pulat çektiği antrenman videolarıyla kulübümüzün video arşivine katkı sunuyordu.  Antrenmanlardan fotoğrafları, ilginç anları, maçlardan yansıyan ilginç kareleri artık taraftarlarının eli altına, gözlerinin önüne seriyordu bu sosyal medya hesapları. Maç günleri stada gidemeyenleri biraz kıskandırarak, biraz da merakını gidererek 19 Mayıs Stadı havasını fotoğraflarla, videolarla taraftarın gözünden de sunan bu hesaplar taraftar ve kulüp arasında gerçek bir köprü görevi üstlendi. Bu arada yeniden elden geçirilen web sitesi de bu köprünün tamamlayıcı ayağı oluyordu. Web sitesi değişen içerik kalitesi ve grafikleriyle beğeni toplarken Emrah Özesen’in çektiği futbolcu fotoğrafları da bir çok bilgisayara duvar kağıdı oluyordu.

Twitter maç saatinde Gençlerbirlikliler için radyo görevi görüyor, pozisyonlar an be an Twitter’da tweet olarak aktarılıyordu. Taraftarların en beğendiği uygulamaların başında gelen maç anlatımı televizyon başında ya da statta olamayan Kırmızı Karalılar için detaylı tek haber kaynağı oluyor. Twitter hesabı “Goooollll” diye tivit atarken karşılığı da aynı şekilde “Goooollll” oluyor takipçi taraftarlardan…

 Burası Ankara deyip de Ankara’yı tanıtmadan olur mu, olmaz tabi… Gençlerbirlikli futbolcular tabiri caizse tesislerdeki çim sahalardan sokağa indi. Fotoğrafçı Evren Özesen’in gerçekteştirdiği çekimlerde futbolcular kentin çeşitli yerlerinde fotoğraflar çektiriyor ve “Burası Ankara” diyerek fotoğraflarla şehir turu yaptırıyordu. Fotoğraflarda önce futbolcularla ilgili tanıtıcı bilgiler ardından fotoğrafın çekildiği yerle ilgili tur rehberi titizliğinde mekan bilgileri veriliyordu. Ankaralılara, hemşehrileri olan futbolcularla aynı sokakları paylaşmanın, aynı kentin sahibi olmanın mutluluğunu veren fotoğraflar;Ankara dışındakilere de “Burası Ankara” adı altında başkentin güzelliklerinin detaylandırıldığı kent propagandası içeren hoş fotoğraflar olarak tarihe not düşülüyordu.

Bu sezon 19 Mayıs Stadı Kırmızı Kara Burası Ankara şarkılarıyla inlemedi sadece, bazen hüzünlerimizin de adresi oldu. Tıpkı Neşet Ertaş’ı kaybedişimiz gibi… Neşet Ertaş’ı dinledik, efkarımızla doldurduk kimi zaman gol seslerimizle kimi zaman ahlarla vahlarla doldurduğumuz stadı!

Hayatın filmle yer değiştiği ya da  karıştığı anlar da oldu… Pilli Bebek’in şarkıları da yer buldu kendine bizim için hiçbir şeye değişilmez bu 19 Mayıs sahnesinde! Bir de bize getirdiği bir misafiri vardı bu kez notaların ve sözlerin; Erdal Beşikçioğlu! Erdal Beşikçioğlu oynadığı Behzat Ç. rolünde Gençlerbirlikli bir komisere can verirken, ona zorlu hayatında can veren bir başka unsur da hep Gençlerbirliği oluyordu. Atılan gollerde coşku Pilli Bebek şarkılarıyla en süt noktaya çıkarken, O da bu sahnede hayatının en güzel anlarını yaşıyordu belki de hem de bu kez hiçbir şekilde rol yapma gereği duymadan…

Bir lisenin bahçesinde hayat bulmuş bir kulüp için “eğitime önem veriyor” demek ne kadar gereksiz olduğunun farkındayız. Eğitim adına sadece okul ziyaretlerinden bahsedelim öyleyse,  Ankaralı liseli ve üniversiteli öğrencilerin misafirleri olan oyuncular ve teknik ekip her gittiği okulda coşkuyla karşılanıp coşkuyla uğurlanıyordu. Sokağa inen kulüp biraz da sınıfları dolduran kardeşleriyle bir arada oluyordu yani.

Şehirden bağımsız bir kulüp olmayan Gençlerbirliği şehrinin başkent oluşunun yıldönümünde de başroldeydi. Sırp ekibi FK Rad’ı şehrimize davet eden Gençlerbirliği dostça başlayan maçı dostça bitiriyor ve 1-1 biten maçta atılan ve yenilen golü bir kenara bırakıp futboluyla Ankara’nın başkent oluşunu kutluyordu.  E tabi ki fonda yine Burası Ankara sloganları vardı.

Hedeflerinde belirlendiği bir dönemden geçiyordu artık takım, 90.yılda hedef belirleyip onun üzerine kurulacak “güzel günlerin” hedefinin temelleri atılıyordu. Ama artık rakipler İstanbul’un “büyükleri” olmaktan çıkmıştı. Artık rakip Ankara’da bile Barcelona’ydı. “Yeter ki gel bana senede bir gün” dedikleri İstanbul takımlarından artık ”seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” diyerek Avrupa kulüplerine gönül veren bir nesilden bahsediliyordu. Taraftar kaybeden sözüm ona “büyüklere” örnek yine tesisleşmedeki gibi Gençlerbirliği’nden gelecekti. Hedefler belirleniyor, rakipler seçiliyordu artık.

Türkiye’nin ilk Ampute Futbol Tesisleri Ankara’da açılırsa orada olması gereken kulüp de haliyle Ankara’nın kulübü Gençlerbirliği olmalıydı. Öyle de oldu, Gençlerbirliği için size kulaktan kulağa anlatılan “farklı bir kültürü var” diye kimsenin ismen ve cismen tarif edemediği o kültürün içinde empati de her zaman vardır. Gençlerbirlikli futbolcular rakipleriyle koltuk değneklerini de yanlarına alarak mücadele ettiler. Mücadele ya da sonuç kimin umurundaydı?

Müzik de 19 Mayıs tribünlerinden hiç eksik olmadı kimi zaman reggae kimi zaman punk kimi zamansa “damar” şarkılar yankılandı.

Sonraki günlerde şehir bütünleşmesi adım adım hedefine ulaşırken, tamamlanan kombine satışları yeniden gündeme geldi. Taraftarlardan artan istek sonucu kulüp de “sevinmeyen kalmasın” diyerek hem fiyatı indirdi hem de yeniden kombine satışına başladı. Sevince ortak olmak isteyen bir çok Ankaralı da süper ligdeki biricik temsilcisini desteklemek fırsatını kaçırmadı.

2013 yılı yaklaşırken kalplerde olan Gençlerbirliği aşkı masalara, duvarlara, kartpostallara yansıyordu. 90.Yıl Özel Seti hazırlayan kulüp duvar takvimlerinden kartpostallara kadar Gençlerbirliklilerin hoşuna gidecek adeta bir yeni yıl hediyesi veriyordu. Taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan bu çalışma Ankara’daki kitapevlerinden ulaşımı sağlanarak herkesin ulaşabilmesi sağlandı. Artık şehrin takımını destekleyen şehrinin takımının takvimini kullanıyordu duvarlarında.

2013’ün başlarında hüzün bir kez daha kapımızı çaldı. Türkiye büyük bir ressamını, Burhan Doğançay’ı  kaybederken Gençlerbirliği hem büyük bir ressamı hem de 1943 ile 1950 yılları arasında formasını giymiş bir futbolcusunu kaybediyordu. Onun çizgilerine kadar yansıyan Gençlerbirliği aşkı onu kulüp tarihinde unutulmazlar arasında yazdırıyordu.

Bir başka tarihte yine 19 Mayıs hüzne başkentlik ediyordu. O günlerde yaşam mücadelesi veren Müslüm Gürses maç öncesinde sesleniyordu tribünlere “Dünya tersine dönse vazgeçmem” ... O sırada tribünler atkılarıyla ona eşlik ederken skor tabelası da “Vazgeçme yaşamaktan Müslüm Baba” diyordu. Kısa bir süre sonra Müslüm Gürses de bizi bırakıp gitmişti, yine hüzün yine kayıptı o gün bizim için hayat. Tıpkı Neşet Ertaş gibi, tıpkı Burhan Doğançay gibi ondan da bir hatıra kalıyordu gönlümüzün bir köşesinde.

Gençlerbirliği kimi zamanlar tesislerde, antrenmanlarda hemşehrilerini misafir etti. LÖSEV’li kardeşlerimizin Gençlerbirlikli futbolcularla geçirdikleri güzel bir güne, çektirdikleri hatıra fotoğraflarındaki gülümsemelerine şahitlik ettik.

Gençlerbirliği armasının altında sadece futbol kulübü, futbol kulübünün de sadece A takımı olmadığını öğrendik. Sosyal medyada önce A2 takımından geleceğin yıldızları ile yani temelimizi oluşturan “gençler” ile röportajlar yapıldı. A2 maçlarının özetleri yayınlandı, maç haberleri yapıldı. Aynı zamanda kulübün Basketbol, Bowling, Yüzme, Bocce, Hentbol, Dart, Atletizm, Kick Boks ve Atıcılık branşlarıyla faaliyet yelpazesi genişledi. Yani artık tamamı ile Gençlerbirliği Futbol Kulübü değil ismindeki gibi Gençlerbirliği Spor Kulübü’ydü.

90.yılda hüzünle sevinci harmanlayıp bulduğu ritimde kulübün hedefi her zaman her şeyden önce güzel futbol oldu. Şarkıda Ais Ezhel “saldıralım gençler alalım maçları hep, fakat birlik olmamışsak kazansak da anlamı ne?” diye soruyordu. O sorunun cevabı gibiydi aslında mağlubiyetler bile 19 Mayıs tribünlerinde.




Sezon başından beri 90. Yıla yaraşır halde Gençlerbirliği şehirle kenetlenmiş bir şekilde yoluna devam ediyor. Yol üstünde hüzünler de oluyor sevinçler de, ama bu yıl Ankara’da baştan sonra Kırmızı Kara bir sevdanın yılı oluyor. Tribünler dolmaya başlıyor, sesler yükseliyor, sesini yükseltmek istemeyenler ya da maçı oturduğu yerden izlemek isteyenler kibarca “lütfen ayağa kalkar mısınız?” diyerek uyarılıyor, yanlış karar veren hakem dahi “acemi hakem” denilerek nazikçe eleştiriliyor.

Hakan Kaynar önderliğinde başlayan projede başta Başar Yarımoğlu ve saydığımız diğer isimlerin katkıları ama en önemlisi tribünlerin karşılığı ile hayat bulan ve serpilen Kırmızı Kara Burası Ankara projesi bir kentin aslında futbol damarlarına hayat verdi.

Şehirle kucaklaşmanın yanında, Gençlerbirliği’nin  gelen misafir takımlara burasının Ankara olduğunu öğretmesi bile yetiyor aslında ama “Yenimahalle Mamak Çankaya bütün sokaklar yan yana, ODTÜ, Cebeci, Dikmen’iyle hep beraber Ankara” havası esmesi de tribünlerde ayrı bir güzel oluyor.
Şehrin takımı 90.yılını kutluyor, nice 90 yıllara nice sevinçlere Gençlerbirliği… 

12 Mart 2013 Salı

Bu Gençler İzlenir: 6-1


1993-1994 sezonun ilk yarısında kendi evinde Karabükspor'u ağırlayan Gennçlerbirliği kötü başladığı maçı mutlu sonla bitiriyordu...

Maçta; Hasan Okan Gültang, Erkan Sözeri, Osman Coşkun, Erkut Çağdaş, Rahim Zafer, Donald Ace Kushe (Dk. 63 Ergün Penbe), Engin Özdemir, Metin Diyadin, Andre Kona N'Gole, John Leshiba Moshoeu, Ali Işık (Dk. 60 Mehmet Şimşek) kadrosuyla mücadele eden Gençlerbirliği maçın 19. dakikasında Karabüklü Hüseyin Çoban'ın golüyle 1-0 yenik duruma düşüyordu kendi seyircisi önünde.

Golden 10 dakika sonra Kona ile golü bulan Gençlerbirliği ilk yarıyı 1-1 beraberlikle kapatıyordu. İkinci yarı ise izleyenler bambaşka bir Gençlerbirliği'ne şahit oluyordu. 72'de Mehmet Şimşek'in başlattığı gol sağanağına 79'da Kona, 82'de Rahim Zafer, 84'te Engin Özdemir ve 89'da da Metin Diyadin destek verince Gençlerbirliği sahadan 6-1'lik galibiyetle ayrılıyordu. 

Maçtan sonra gazeteler; "Gençler Zirveye Koşuyor: Yarım düzine gol...Muhteşem skor!" "Süper Gençler", "Şapka Çıkartın: Evet...Karabük'ü silindir gibi ezen Süper Gençlerbirliği'ne alkış tutun", "İşte Gençlerbirliği, İşte Futbol" manşetleri atıyordu. 

Dönemin Milliyet Gazetesi yazarı Zeki Çol köşesini ayırdığı bu maç ile ilgili yazısının bir bölümünde: "Gençlerbirliği maçlarına gelen sadece bol gol, iyi futbol izlemiyor. Moşe denilen cambazı, Kona denilen sihirbazı...Çok değil iki yıl sonra ülkenin en büyük kalecisi olmaya aday Hasan'ı...Genç neslin yetenekli temsilcileri Rahim'i, Metin'i, Taner'i, Osman'ı... Hırsı ile dinamizmini birleştiren Engin'i...Şu an her büyüğün göz koyduğu Ergün'ü...Ve takımlarının başarısında ter döken Erkan'ı, Ali'yi Mehmet'i de izliyor.

O halde...Futbolu seven Gençlerbirliği maçına koşsun..."

Ayrıca Gençlerbirliği tarihi ile ilgili Ankara Rüzgarı kitabının yazarı Tanıl Bora'da bir başka kitabında "Nasıl Gençlerli oldum?" diye anlatırken şunlara yer veriyordu bu maç ile ilgili anılarında; "Ertesi sezon, çığır açan Afrikalı transferleri Mosheou ve Kona'yla Gençlerbirliği, çok neşeli, seyir zevki veren bir oyun oynuyordu. Karabükspor'u 6-1 yendiği bir maç sırasında arkalardan bir adamcağız "Galatasaraylıyım, şu takımın verdiği zevki Galatasaray bana vermedi bunca yıldır!" diye ünlemişti de, gözlerim parlamıştı, "ruhumdan konuştun!" demiştim içimden. Ankara'da bu maçtan sonra hiç maç kaçırmadım"

21.11.1993

9 Mart 2013 Cumartesi

Medyada Galibin Adı Yok

Bugün Türkiye'deki gazetelerin spor sayfalarına ya da direk spor gazetelerine baktığınızda manşetlerinden haber başlıklarından dün gece yapılan maçın kim ile kim arasında yapıldığını kimse öğrenemedi. Galatasaray'ın rakibi ile ilgili emarelerin rastlanmadığı manşetlerde rakip kazanan da olsa basınımızda "galibin adı yok"...

3 harfliler batıllığında korku gibi Gençlerbirliği'nin adını almaya imtina ederken , galibiyetin sebebini Galatasaray'dan kaynaklı olarak göstererek ne dökülen alın terinden ne verilen emekten ne de her şeye rağmen alınan 3 puandan gazetelerde hiç bir emare yoktu. Rakip kazanmaz, İstanbullular kaybeder basın geleneğinden örnekler :

Fanatik manşetten Galatasaraylı yıldızlar üzerinden zemine gönderme yapıyor. Gençlerbirliği'nin Camp Nou zeminlerinde Galatasaray'ın bu zeminde oynadığını düşünürsek harika bir manşet ve gazetecilik başarısı.

Büyük tehlike diye adlandırılan şey haksız bir şekilde alınan penaltıdan sonra Drogba'nın bunu kaçırması ve Galatasaray'ın oyundan kopması...Penaltının haksızlığına dair bir ibare tabi ki yok.


Maç öncesi röportajında Pınar Argun'a gül vererek kadınlar gününü kutlayan Fuat Çapa'nın haber olmaması bu basın etiğinde ve anlayışında gayet doğal da maç sonunda ondan fotoğraflar ya da demeçler yerine centilmenlik dışı hareketlerinden dolayı maçı locada izlemek zorunda kalan bir şovmene bu kadar yer verilmesi de mi normal?

Fanatik burada Gençlerbirliği maçını çoktan bitirip Galatasaray'ı Almanya'ya yolcu etmiş bile manşetlerde tek Gençlerbirliği ibaresi olmadan. 

Fotomaç'ın manşeti de Gençlerbirliği'nin San Siro'da oynadığı varsayımı üzerinden gayet yerinde olmuş.

AMK kelime oyunu adına Gençler diyerek büyük bir mesleki risk alıp cesur(!) gazetecilik örneği gösterdi.


Ama aynı AMK iç sayfalarda mağlubiyeti Terim'e bağlayarak bu hatasını adeta telafi etti.

Onların diliyle cevap verelim o zaman kaşınan manşet oluyor da kaşıyan niye olamıyor?

Aslan'ın yaptığı harakiriden Gençlerbirliği'nin aldığı "hayati" galibiyete yer kalmamış burada da.

Habertürk'ten yaratıcılık(!) ötesi bir Galatasaray manşeti...
Biz de filmden bir gönderme yapalım o zaman; "fillerin sürekli tepiştiği bir coğrafyada inadına yeşeren umudun öyküsü" olsun maçın özeti....


Hürriyet de 90 dakikadaki onca hadiseyi ilahi güç, yüce insan(!) imparatora bağlamış.

Maç günü prova diye haber yapan gazete "helal olsun Gençlerbirliği'ne" diyemezdi tabi ki, direkler...


Sabah'ta Gençlerbirliği'nin oynadığı stadı Roma Olimpiyat olarak düşünerek yapmış bu haberi, penaltının haksızlığı pek de mühim değil zaten.

Milleyet'in başlığında yer alan kelimenin Gençlerbirliği'nin lakabı olmadığına eminiz!


Drogba niye penaltıyı başkasına kullandırmamış , pardon ama o penaltı verilir mi diye sormak çok mu zor?

Bu sadece yazılı basın tabi, akşamları maç görüntüsünden bağımsız ya da maç görüntüsüne bağımlı konuşanlarından farklı şeyler söylemediğine emin olabilirsiniz. Ya da internet basınının şu an yasta olduğunu bir milli maç kaybındaki ruh haline geldiğini gözlemleyebilirsiniz. Buradaki fotoğraflar, yorumlar Gençlerbirliği özelinde ama İstanbullulara karşı alınana her Anadolu galibiyetinde bundan farklı şeyler görmüyoruz izlemiyoruz.

Basından ilkeli ya da tarafsız olmasını bekleyecek halimiz yok hiç olmadılar ya da bağlarından dolayı olamadılar ama en azından biz es geçmeyelim reyting ve tiraj kaygılarına inat kazananı görmek çok da zor olmasa gerek. 




Zafere Kadar Daima...

Umut gerçeklerden bağımsızdır, futbol da doğası itibariyle bol umut taşır. Ne puan tabloları ne istatistikler ne de genel geçer verilere bakmaz futbol umudu.

Son İBB maçında oynanan futbolun ardından Arena'ya çıkacak olmak bir umutsuzluk kırıntısı düşürse de gönlümüze, sahada olacak olan kırmızı kara temalı formalı futbolculara inancımız tamdı. Çünkü giydikleri formayı terden sırılsıklam etmeden bırakmazlardı mücadeleyi biliyorduk.

Medya tanıdığımız medyaydı yine, Schalke provasını gidermek için öylesine bir maça çıkartıyordu rakibimiz Galatasaray'ı basının en radikallerinden biri bile. Maç önü konuşan demagoglar da Galatasaray'ın artılarını eksilerini uzun uzadıya anlatırken bir başka ülkenin takımı gibi bahsetmeyi ihmal etmeden rakibimize yaşatacağımız sıkıntılı anların uyarısını yapıyordu.

Maça başlamadan önce ilk olarak Fuat Çapa, muhabir Pınar Argun'a sonrasında da Gençlerbirlikli futbolcular Galatasaraylı kadın taraftarlara güller vererek Dünya Kadınlar Gününü son saatlerine yaklaşırken hatırlatıyordu tekrar bizlere bu hoş ve sahalardan görmek istediğimiz jestle.

Maça geçersek gül meselesi hariç medyanın bu can sıkıcı muhabbetlerini bir kenara bırakıp, orada da aslında ilk dakikalar pek iç açıcı değildi. Medya yorumlarının devamını sahada izler gibiydik. Galatasaray hücum tuşuna, bizim takım da savunma tuşuna basılı kalmış gibi devam ediyordu maça. Ama Ramazan bugün maçın kaderini tayin etmek konusunda çok ısrarcıydı. Bir çok pozisyonda tek başına kalesini müdafa eden Ramazan rakip forvetlere saç baş yoldururken kimi zamanda onların beceriksizlikleriyle şanslı anlar yaşıyordu kalesinde.

İlk yarıda Tomic'in zayıf bir şekilde topu Muslera'ya yuvarlamasını saymazsak pek de bir şey yoktu aslında . Hamit Altıntop futbolun amacı olan topu direklerden içeriye yuvarlamak kısmının çerçevelerinde dolaşmasa belki de farklı şeyler de konuşuyor olabilirdik.

İkinci yarı bir şeyler değişmeliydi ama bu değişen şey isimden çok zihinsel bir şeyler olmalıydı. İkinci yarı kafalar toparlanabilir mi acaba düşünceleriyle başladı. Oynanan oyun cevap veriyordu sanki, o kısım soyunma odasında halledilmişti belliydi ikinci yarıda topun ayaklarda duruşundan .

İlk ciddi atağımızı da 55. dakikada buluyorduk. Tosic kaynaklı başlayan atakta top kornere çıkıyor ve yapılan ortaya iyi yükselen Özgür Muslera'ya takılıyordu. Muslera son anda topu tokatlayarak ilk gol umuduna kişisel kararıyla erişimi engelliyordu. Ardından gelişen Galatasaray atağında Hamit yine direğe selam verip dönerken maç karşılıklı ataklar kıvamına geliyordu.

Dakikalar 60'a geldiğinde Tomic harika bir orta yapıyordu. O sırada maçın genelinde yerden kalkmakta zorlanan Eboue ortayı yerden izlemeye karar verince Vleminckx düzgün bir kafa vuruşuyla Muslera'yı avlıyordu. Krallığın getirdiği soğuk kanlılıkla o fazla sevinmiyor Lig Tv spikerleri de gol yemiş olmanın rahatsızlığıyla fazla seslerini yükseltemiyordu. Gol mü değil mi tereddütleri devam ederken beyaz formalı direnişçilerin zafer yumağı tereddüt gideriyor sesimizi bir anda çatallandıracak kadar yükseltiyordu. Evet, çevreye verdiğimiz rahatsızlık umurumuzda da değildi böyle bir anda.

Golün coşkusu geçmemişken Lig Tv'nin ilginç bir uygulaması bölüyordu gevşeyen kalplerimizin huzurunu, 3D yayınla HD kalitesiyle övünen LigTv güvenlik kamerası ayarında bir görüntü kalitesiyle Vleminckx'in golünün tekrar tekrar gösteriyordu. "Eboue maç başından beri kendini yerlere atıyor ama bu sefer o atmadı kendini yere Vleminckx düşürdü" de diyemiyorlardı sadece sessizce görüntüyü veriyorlardı. Düşürdü diyemezlerdi, yoktu öyle bir kare o 1.3 megapiksellik cep telefonu kamerası ayarındaki görüntülerde.

Umut kanatlanmış nihayete ermeyi beklerken stres de artıyordu. Galatasaray ataklarını sıklaştırıyor Gençlerbirliği direniyordu. Galatasaray 3 forvete dönerken Gençlerbirliği direnişin saflarını sıklaştırıyordu adeta TT Arena'da... Maç boyunca atmosferden en az etkilenen isimlerden biri olan hakem 84. dakikada atmosfere ya da bilinçaltına yenik düşerek Özgür'ün topa yaptığı Drogba ile ilgisi olmayan bir pozisyon için penaltı noktasını gösteriyordu. Özgür bu ucuz penaltıya itiraz etmeye bile erinirken Aykut itirazını yükseltiyor ve  Zec'in geçen hafta kırmızı kart gördüğü bir benzeri pozisyonda sarı kart görüyordu.

Drogba topun başına gelirken direnişin ve emeğin hiç edileceği dramatik bir ana şahitlik edecek olmanın düşüncesi dahi yoruyordu zihnimizi. Yağmurda gölü eksik olmayan yürüdüğünde çimi yerinde durmayan TT Arena bir kez daha oyuna müdahale ediyordu ve Drogba auta atıyordu topu. İlahi adalet ile futbolun olmayan adaletinin tecellisi arasında gidip gelen zihinsel yorumlar fısıltılar son bir nefes şeklinde "ohhhh be" diye dışarı atıyordu kendini. Tosic'in zemini alkışı ile geçilen dakikada umut ışığının sönmeye yazan ateşi yeniden harlanıyordu.

Maçın adamı olmaya aday Vleminckx sahneye çıkıyor ve o dakikadan sonra orta sahaya gelip kapılan toplara yön veriyordu. Kafasını sadece gol atmak için kullanmadığını kanıtlamak istercesine takımın oyun akışını yönlendirip saha içi teknik direktörlük vasfını ekliyordu kendisi adına zihinlerimize.

Bitmek tükenmek bilmeyen o +4 bittiğinde bitenin sadece maç olmadığının garantisini verebilirler size sahadaki Gençlerbirlikliler ve o sahada olanlara gönül verenler...Sahadaki direnişin terimsel karşılığı adeta "zafere kadar daima" idi. Zaferin geliş anına kadar direniş örüldü adeta, kimi zaman tek kaleye dönen maçta...Kimi zaman rezil kimi zaman kahramanca ama her zaman yürektendi. İşte bu da uyduruk bir penaltı ile kaybedilse bile her şeyden öteydi.

Manşetler yine Galatasaray kaybetti diyecekti, demagoglar yine Galatasaray şunu bunu yapamadığı için yenildi diyecekti. Kimse Gençlerbirliği kazandı demeyi aklına getiremeyecek belki de cesaret edemeyecekti bu oyunbozanlığa söylemsel olarak bile katılmaya...Kaybettiğinde bile küçük bir hareketiyle dahi gönlümüzü yeniden defalarca kazanan Gençlerbirliği'ni sırf yazılamayan manşetlere inat kazandığı için tekrar tekrar kutlamak gerek. Zaten "Zafere kadar daima" diyerek bir an olsun pes etmeyenleri de "provacı" basından beklemeden biz kutlayalım.